Lületaşı İşlemeciliği

1940’lı yıllarda gelişmeye başlayan Lületaşı işlemeciliği 1950’li yıllardan başlayarak bir el sanatı olarak kendini göstermeye başlar. Önceleri yalnızca pipo yapımı konusunda gelişme kaydeden Lületaşı, kolye, bilezik, küpe ve biblo gibi süs eşyalarında da aranılan bir taş olmaya başlamıştır.

Lületaşı ustalarının Lületaşının bulunuşu ve ilk kuyunun açılışı ile ilgili anlattıkları bir hikâyeye göre bir gün çobanın biri koyunlarını otlatırken dinlenmek için bir ağacın altına oturur. O sırada bir köstebeğin topraktan beyaz taş parçalarını çıkarmaya çalıştığını görür. Çoban taş parçasını eline alır, çakısıyla yontmaya başlar ve bir peri kızı çıkarır ortaya. Kız dile gelir “-Yaktın beni insanoğlu” diye bağırarak delikten içeri girip kaybolur Çoban da arkasından gider ve kızı ararken derin bir çukurun içinde ölür. Böylece ilk kuyu açılmış olur. Bu hikâyeye göre lületaşı ustaları da kendi pirlerinin Köstebek olduğuna inanırlar.

Toprağın 1 metre altından başlayarak 140-150 metre altına inen kuyulardan oldukça güç koşullarda çıkarılan Lületaşı, diğer adıyla Eskişehir taşı beyaz renkte olup gözeneksiz ve hafif olması aranan özellikleridir. İyi nitelikte taşlar “Boz” ve “Devetüyü” adı verilen topraktan çıkarılır.

Eskişehir’in Sarısu, Yenişehir, Türkmentokat, Gökçeoğlu, Karaçay, Söğütçük, Margı, Sepetçi, Nemli, Kümbet, Yeniköy, Kepeztepe, Karahöyük ve Başören köylerinden çıkarılan lületaşı büyüklüğüne göre sıralanarak yapılacak eşyanın türü seçilir. Yalnızca kolye ve tespih yapılabilen en küçük boy lületaşına “Dökme” denir. Küçük boy pipo yapımında “Orta”, orta boy pipo yapımında ise “Daneli” kullanılır. Büyük boy pipolar “Pamuklu” dan yapılır. Taşın büyüklüğü on pamuklu boyuna eriştiğinde “Birimbirlik” adını alır. En büyük boy taşa ise “Sıramalı” adı verilir. Ancak nadiren bulunan ve 30 ile 80 pamuklu boyları arasında değişen taşlara da rastlanır. Bunlara ise “Omuzlama” ve “Budama” denir.

Taş işlemesinde “Tahra” adı verilen keski ile taşın dış yüzeyi temizlenir. “Kaba Bıçak” ile pürüzler giderilir ve yapılacak eşyaya göre yontulur. Bu işleme “Saykalı” adı verilir. İşlemeyi kolaylaştırmak için ıslatılan taş üzerinde “İş Bıçağı” ile taslak çıkarılır. “Sıyırgı” ile yüz düzeltilir, gözler açılır. “Sakal Tarama Bıçağı” ile sakal taranır. “İskarpile” ile piponun tütün konulacak yeri oyulur. Pipo elektrikli fırına kurutulmaya konur. Kuruma süresi iki saattir. Kurutulduktan sonra, matkapla piponun ağız deliği delinir. “Kılavuz” ile ucuna sap takmak için diş açılır. Zımparalanıp düzeltilen taş, eritilerek beyazlatılmış kaynar haldeki balmumu cilaya atılır. Taşın cinsine göre birkaç dakika bekletilir. Ciladan alınan pipo soğuyunca bezle kurulanır rötuşlanıp kadife bezle parlatılır ve sap takılır.

Pipolar üzerindeki desenler ve figürler çok çeşitlidir. Baş figürlü pipolardan Osmanlı başları (Sarıklı, Barbaros, Betaşi, Sultan, Fesli, Efebaşı ve Mihrace...),Arslan Başı, Baküs Başı, Genç Kız Başı en çok kullanılanlardır. Bunların yanısıra stilize hayvan figürleri, soyut şekiller üzerinde değişik desenler, Romalı Asker, Denizkızı, Fil, At, Kartaltırnağı ve El figürleri ile birlikte tanınmış kişilerin başlarına da rastlanır.

Lületaşı işlemeciliği alanında son yıllarda verilen önem doğrultusunda 1989 yılında açılan Lületaşı Meslek Okulu’nun da bu sanata katkılarını unutmamak gerekir.

LÜLETAŞI PİPO

Lületaşı yapısı gereği nikotini emerek filtreleme özelliğine sahiptir.. Ayrıca zaman içinde nikotinin etkisi ile altın sarısı rengini alır. Bu nedenlerden dolayı tütün içiminde kullanılabilecek en iyi malzemedir. Lületaşı pipolar yüzyıllardır yapıldığı için tarihten gelen bir kolleksiyon ve sanat ürünü olma özelliğine sahiptir. Dünyada çok önemli bir kolleksiyon ürünüdür. Lületaşı pipolar sizlerden gelecek nesillere bırakılacak en güzel, en nadir ve en değerli hatıra ürünleridir. Lületaşı pipolar çok yüksek sıcaklıklara dayanıklıdır. Gözenekli bir yapıya sahip olmaları nedeniyle, tıkkı bir sünger gibi çekici özelliktedir. Dumanı, dolayısiyle nikotini absorbe ederek doğal bir filtre görevide görür. bu gözeneklerin dolmasıyle piponun beyaz rengi bal renginden kahverengiye doğru değişir. Lületaşı pipoları her pipo gibi dinlendirmek gerekir. Profesyonel pipo kullanıcılarının sahip oldukları gibi birden fazla pipo bulundurmak ve gün aşırı pipoyu dinlendirerek daha iyi sonuçlar ve lezzet alabilirsiniz. Lületaşı pipoların tütün havzasına ağaç pipolarda önerildiği gibi bal sürmenize gerek yoktur. Doğal bir taş oluşu ve kokusuz, yüksek sıcaklıklara dayanıklılığı, absorban bir madde olması pipo kullanımında mükemmel sonuç verir. Elbette ki lületaşı pipoyla içilen tütünün vereceği lezzet bambaşkadır.

Lületaşı magnezyum ve silisyum esaslı ana kaya parçalarının yerin muhtelif derinliklerindeki başkalaşım katmanları içinde, hidrotermal etkilerle hidratlaşması sonucunda oluşmuştur

Mikroskobik büyüklükteki kristalleri düzensiz biçimde bağlanmıştır. Çok ince gözenekli yumuşak bir dokuya, beyaz ve beyaza yakın tonlarda bir renge sahiptir. Oluşumunu sağlayan reaksiyonlar dolayısıyla, her türlü lületaşı yeraltında ıslak halde bulunur. Lületaşının toprak içindeyken temizliğini, çıkarıldıktan sonra da kolay işlenmesini, gözenekli yapısının tuttuğu bu doğal nem sağlar. Doğrudan veya işlendikten sonra kurutulan lületaşı, kaybettiği nem oranında hafifler ve önemli bir direnç kazanır. Eskişehir ilinin batısında, kuzeydoğusunda ve güneydoğusunda bulunan, sahalarda, yüzeyle 300 metreyi aşan derinlikler arasında, içinde dağınık yumrular halinde lületaşı bulunan başkalaşım katmanlarına rastlanır. Taşı elde edebilmek için yüzeyden itibaren dik inen kuyular kazılır.

Lületaşı ve benzer minerallere, Yunanistan'daki bazı adalar, Çek Cumhuriyetindeki Moravya bölgesi, Fransa, İspanya ve Fas ve ABD'de de rastlanmaktadır. Ticari olarak işlenebilir Lületaşı yataklarının nerede ise tamamı Türkiye'nin Eskişehir İli'nde bulunur.

Çok hafif ve gözenekli olan lületaşı kurutulduktan sonra tekrar neme veya herhangi bir gaza maruz kalırsa bu nemi veya gazı büyük ölçüde emer, tekrar kururken de bu nemin veya gazın içindeki artıkları bünyesinde tutar. Bu temel özelliği dolayısıyla çok uygun bir pipo malzemesi, aynı zamanda pek çok sanayi dalında iyi bir emici, filtre, yalıtım ve dolgu malzemesidir. Yaklaşık 300 yıldır büyük ölçüde dünyanın en kıymetli pipolarının yapımında kullanılan lületaşı, ilerleyen teknolojiye paralel olarak sanayide de vazgeçilmez bir yardımcı madde haline gelmiştir.

Lületaşı uzun yılların denemeleri sonucu 6 cinse ayrılmıştır. Bu cinslerde aralarında çeşitli türlere ayrılmış bulunmaktadır. Bu ayrımın ana cinsleri önem cinsleri söyle sıralanabilir.

1-SIRALAMALI- Pipo yapımında kullanılır.
2-BİRİM BİRLİK- Biblo ve pipo yapımında kullanılır.
3-PAMUKLU- Kadın piposu yapımında kullanılır. (Pipo yapımına en elverişli türdür)
4-DANELİ- Kadın piposu yapımında kullanılır.
5-ORTADÖKME- Tespih yapımında kullanılır.
6-CILIZ- Nikotin emici astar yapımında kullanılır.

Cılız dışında kalan çeşitler kendi aralarında da ayrıca 12 ser çeşide ayrılırlar. Her cinsin 1'den 7'ye kadar olan türleri iyi 7-10 arası orta 10-12 arası türler düşük kalitelidir.

Lületaşı Pipolar
Lületaşı pipolar keşfinden yana, tiryakiler arasında lüks pipo olarak görülmüştür. Gerçek bir tiryaki bir gün ona sahip olmak ister. Görünüm ve lezzet açısından şarap gibi zaman geçtikçe gelişir ve eskidikçe değerlenir. Çok hafiftir ve kendine özgü bir kokusu vardır.

Lületaşı nasıl islenir?
Madenden çıkarılan lületaşı temizlenir. Özel bir süreçle yumuşatılan lületaşı, özel bir bıçakla oyularak pipo haznesi haline getirilir, özel bir cins su kamışıyla parlatılır. Daha sonra ispermeçete ve balmumuna daldırılarak sertleştirilir. Son aşamada da pipo haznesine sapı takılır.

1940’lı yıllarda gelişmeye başlayan Lületaşı işlemeciliği 1950’li yıllardan başlayarak bir el sanatı olarak kendini göstermeye başlar. Önceleri yalnızca pipo yapımı konusunda gelişme kaydeden Lületaşı, kolye, bilezik, küpe ve biblo gibi süs eşyalarında da aranılan bir taş olmaya başlamıştır.

Gümüş İşlemeciliği

Telkari'ye tel ile yapılan işleme aynı zamanda 'vav işi' de denilmektedir. Bu isim, Osmanlıca vav harfinin, uygulamada motif olarak sıkça kullanılmasından dolayı verilmiştir. Ayrıca bu sanata çift işi diyenler de vardır. Bu ismin kaynağı ise, işin yapımı sırasında parçaların teker teker biraraya getirilmesinde kullanılan, cımbıza benzer, ancak ucu daha ince olan ve 'çiff ' olarak isimlendirilen alettir. Bu iki isim de genellikle sanatkarlar, arasında kullanılır.

Bir çok geleneksel sanatımızda olduğu gibi, telkaride de sanatkar işinde kullanacağı her türlü malzemeyi kendisi yapmak zorundadır. Yani, usta telkaride kullanacağı telleri kendi atölyesinde hammaddeden elde etmektedir. Öyle ise biz de, bu sanat dalımızı anlatmaya, kullanılacak telin yapımıyla başlayabiliriz.

Ocakta pota içerisinde eritilen maden (bu işte en çok kullanılan maden gümüştür, bazen altın ve başka madenler de kullanılır) çubuk haline getirilmek için kalıba dökülür. Yapılacak işin şekline göre çubuk döküm, üzerinde genişten dara doğru delikleri olan çelikten yapılmış haddeden geçirilir.

Çalışmaya önce muntaç yapımıyla, yani ana iskelet kurularak başlanır. Muntaçın tel kalınlığı motiflerin tel kalınlığının iki katıdır. Muntaçdan soma ara boşluklar teker teker büyük bir titizlik ve sabır ile doldurulur. Bütün bu çalışmalar, ceviz ağacından kesilmiş düz yüzeyli bir levha üzerinde yapılır. Bu ceviz levha, üst yüzü yakılarak yağı alındıktan soma, ağır demir levhalar altında iki-üç gün bekletilerek kullanılacak hale getirilir. Son zamanlarda, ceviz levha yerine iletken özellikleri zayıf, yanmaz amyant levhalar da kullanılmaktadır

Bazı kaynaklar, ana iskeletin kurulmasında tellerin 'lehim'le birleştirildiğinden özetmektedirler. Bu bütünüyle yanlıştır. Çünkü bir gümüş işine lehim değdi mi, o iş hurdaya atılır. Lehim gümüşü çürütür.Gümüş tellerin birleştirilmesinde kullanılması gereken yöntem 'kaynak' tır. Mili metrik tellerin kaynak yapılması çok güçtür. Çünkü ısı biraz fazla kaçırılırsa telin kendisi erir. Dolayısıyla bu çalışma büyük titizlik ve sabır ister. Bunun için önce, ayarı belli bir ölçüde düşürülen gümüş, eğelenerek küçük tanecikler halinde bir güderi parçası içine toplanır. Eğelenmiş gümüş bir kaba konur ve içerisine toz boraks katılır. Suya daldırıldıktan soma amyant üzerine yerleştirilen ana iskeletin her bir parçası bu gümüş-boraks karışımı ile kaynak yapılarak birleştirilir.

İskeletin yapımından sonra motif yerleştirme işi, aynı şekilde kaynak yöntemiyle devam eder. Ancak motif yapımı uzun zaman alır. Bu yapım sırasında da büyük bir titizlik ve sabır gereklidir.

Telkariden yapılan işler sayılamayacak kadar çeşitlidirler. Mesela sigara ağızlıklarından, tütün kutusundan, fincan zarflarından tutun da çeşitli tepsiler, kemerler, tepelikler, aynalar hep telkari tekniği ile yapılmışlardır. Bu sanatın kaynağının Mezopotamya ve eski Mısır olduğu sanılmaktadır. Buralardan Uzak Doğuya, başka bir koldan ise Anadolu'ya ve Anadolu üzerinden de Avrupa'ya yayıldığı bilinmektedir.

Yurdumuzda ise en önemli telkari merkezi Mardin'in Midyat ilçesi olmuştur. Midyat işleri son derece zarif ve kıymetlidirler.

Gümüş işleme sanatı Beypazarı'na ahilik yoluyla kazandırılmıştır. Ahilik 13. yy. da Anadolu'da görülmeye başlanan esnaf ve sanatkarlar birliklerine verilen addır. Beypazarı halkı bu sanatı bir iş olarak kabul etmiş ve zaman içinde geliştirmişlerdir.

Tarih boyunca önemli ticaret yolları üzerinde bir Pazar niteliği taşıyan bölgede herhangi bir gümüş madeni yoktur. Eskiden olduğu gibi bugün de gümüş başka illerden getirilir. Daha çok süs eşyaları ve takıların yapıldığı gözlemlenmektedir. Külçe halinde getirilen gümüş birçok safhalardan geçirilerek işlenir. Kullanılan teknik "Telkâri" dir. Eritilip tel haline getirilen gümüş, haddeden geçirilerek inceltilir. Hemen hemen saf halde olduğu için kolayca bükülür. Sanatkar, ufak el aletleri kullanarak telleri istediği şekilde keser ve kıvırır. Parçaları birbirine gümüş kaynak kullanarak kaynatır ve eserini, ortaya çıkarır.

Bugün ilçede planlı güzel bir çarşı içinde gümüş, ustaları bir araya toplanmış ve usta, çırak ilişkisiyle bu sanatın geliştirilmesine imkan sağlanmıştır. Büyük bir sabır, el emeği göz nuru, dikkat ve özenli işçilik gerektiren bu teknik, eski ve yeninin sentezi olarak devam ettirilmektedir. Pazarlama ve turistik satım gücünün artması da üretimin eskiye oranla daha da çoğalmasına imkan sağlamıştır.

Yurdumuzda yok olmaya yüz tutmuş sanat kollarımızın canlandırılmasında Beypazarı'nın örnek olmasını, Beypazar'ların artmasını diliyoruz.

İlçe el sanatları bakımından çok zengindir. Bazı el sanatları da yok olmak üzeredir. Örneğin; Bez ve kilim dokumacılığı, semercilik, Sim-sırma işlemeciliği, saraçlar gibi. İki dokuma tezgahı kalmıştır. Dokuma olarak Bürgü denilen kadın baş örtüsü dokunmaktadır. Halk Eğitim Merkezi'nde açılan kurslarda sim-sırma işlemeciliği canlandırılmaya çalışılmaktadır. Tarihi Telkâri gümüş işlemeciliğinde mutfak eşyaları (güğüm, ibrik, yemek kapları), Demircilik el işlerinde de çapa, keser, balta, bıçak, orak, tırpan, saban demiri, tasma, maşa, kürek, kapan, soba, mangal gibi eşyalar yapılmaktadır. Kaybolmaya yüz tutan telkâri isçiliğinin yurt dışında da tanıtım çalışmaları başlamıştır. Telkâri sanatı yakın gelecekte önemli bir döviz kaynağı olacaktır.

Telkâri ince telden takı süslemeciliğidir. Tel ne kadar ince olursa takının değeri de o kadar artmaktadır. Hammaddesi altın ve gümüştür. Altın pahalı olduğundan genellikle gümüş kullanılır. Gümüş takı çeşitleri; kemer, kolye, iğne, başlık ve tılsım olarak sıralanabilir. Telkârideki motifler, tabiatın Türk-İslam düşüncesi ile yorumlanışını ve Türk zevkini aksettirir.
Beypazarı'nın takıda sembolü "tılsım" dır. Tılsım, giremesinin etrafı gümüşle süslenir, kolye olarak takılır.

Telkari Sanatı
Kısaca gümüş tel işleme sanatı anlamına gelen “telkari”, ince tel haline dökülen gümüşün bükülmesiyle oluşturulan küçük motiflerin bir araya getirilmesi olarak tanınır. Tümüyle el işçiliğine dayalı bir sanattır. Telkari sanatı ile yaygın olarak tütün kutusu, sigara ağızlıkları, aynalar, tepsiler, kemerler, küpeler, kolyeler, düğmeler ve yüzükler yapılabiliyor.

Altın ve gümüşün yüzyıllardır dantel işlendiği Telkari sanatı, her el sanatı gibi ayakta kalmaya çalışıyor. Kuyumculuk sektöründeki endüstrileşmeyle yaşam alanı daralan sanatın ustaları, telkari işlemeciliğini bugüne kadar taşımayı başardı. Mardin Midyat, Ankara Beypazarı ve Trabzon Telkari sanatının yaşatıldığı merkezlerden sayılıyor.

"Kumaşın ve altının sihirbazı derler Süryaniler için. Oysaki ben Mardin'de telkariyim. En eski kelebek kanadı, yiğitlerin asası... Benim göz zevkim, el emeğim, maharetle nakış olur gümüş üzerinde dansla. Ben Mardin"im. En güzel gümüş işlemeciliğin yurdu yani. Mezopotamya ilhamım, medeniyetler benim desen kaynağım. Ben, tel halindeki gümüşü diriltir, altını şahlandırırım. Basit bir el çekiciyle ve ayak körüğüyle sevda yakısını gümüşe yansıtırım. Ben en güzel kol düğmesiyim. Taşlara nakşetmiş atalarımla, gümüşü yonttum. Ben bir zevk tüneliyim. Bir çocuğun gelecek düşü, Mardin"de bir sevgi motifiyim. Ben telkariyim, dünden bugüne incecik zevkleri bulutlara işleyen, çiçeklere kazıyan..." Mardinli telkari ustaları böyle tanımlıyorlar köklü sanatlarını, biraz da Mardin'e mal ederek.

Geçmişi 5 bin yıl öncesine kadar dayanan altının gizemli yolculuğu, kuyum ustalarının hünerli ellerinde şekil bulan el sanatlarıyla hayat buluyor. Bu kuyumculuk sanatlarından biri de Telkari. Deyim yerindeyse saç teli inceliğindeki altın ve gümüş tellerle yapılan el dokumasına telkari sanatı deniyor. Ustaların ellerinde şekilden şekile giren takılar, insanı adeta 1001 gece masalarına alıp götürür. Telkari tekniğinin işlendiği ürünlerde göze çarpan sanat inceliği, insanı tarihin karanlıklarından günümüze bir sanat yolculuğuna çıkarıyor. Sanat işlemeciliğinde tel, ne kadar ince olursa takının değeri de o kadar artar. İncecik, dantelvari işlemecilik sanatı olan telkarinin tarihi geçmişi de oldukça eskiye dayanıyor. Melleart'ın bilimsel araştırmalarının bulguları referans alınarak geliştirilen tezlere göre, maden sanatının ilk adresi Anadolu'dur. 8000 yıldan uzun bir tarihe sahip olan Çatalhöyük'te yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılan bakır ve kurşundan yapılmış süs eşyaları da bu tezi kuvvetlendirmektedir. Geleneksel Türk maden sanatına ait altın, gümüş, bakır, pirinç ve tunç objeler Selçuklu ve Osmanlı ustaların eserleridir. Malzeme olarak daha ziyade altın ve gümüşün kullanıldığı kuyum sanatı, Türk maden işçiliğinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulara göre, telkâri tekniğinin M.Ö. 3000 yılından beri Mezopotamya'da M.Ö. 2500'den bu yana da Anadolu'da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Telkâri'nin asıl merkezinin 12. yüzyılda Musul olduğu, bu sanatın Musul'dan Suriye'ye, oradan da Anadolu'ya geçtiği ileri sürülmektedir. Telkâri yapımının 15. yüzyıldan bu yana ise Türkler arasında da yaygın olduğu, özellikle de Güneydoğu Anadolu'da çok geliştiği bilinmektedir.

Mardin'de Telkari
Özellikle Mardin ve Midyat ilçesinde telkari sanatı oldukça gelişmiştir. Hatta Mardin ve Midyat ilçesi, telkarinin doğup büyüdüğü yer olarak hafızalarda yerini çoktan kazımış durumda. Sayıları bugün bir elin parmakları kadar azalan ustalar, sanatı yaşatmak ve geleceğe taşımak için çalışmalarını sürdürüyor. Her elsanatı gibi gün geçtikçe kan kaybeden Telkari Sanatı'na Mardin Valiliği destek veriyor. Sanatın sürekliliğinin sağlanması için ilde genç ustalar tarafından işlenen telkariler, Avrupa'daki moda evlerine kadar götürülecek. Böylece geleneksel el sanatı, broşür dağıtımından uluslararası fuarlara kadar birçok hizmetten faydalanmış olacak. Bugün el kalemi ile parlatma işlemi Mardinli ustaların bir geleneği olarak devam etmektedir.

Beypazarı Telkâri İşçiliği
Telkari sanatı, Beypazarı'na Ahilik yoluyla kazandırılmıştır. Beypazarlılar bu sanatı kabul etmişler ve zaman içinde geliştirmişlerdir. Daha çok süs eşyaları ve takılar yapılmaktadır. Kemer, kolye, bilezik, küpe, iğne, başlık ve tılsım başlıca takı çeşitleridir. Telkarideki motifler tabiatın Türk-İslam düşüncesi ile yorumlanışı ve Türk zevkini yansıtır. Beypazarı ilçesi, telkâri sanatı, giyimi kuşamı, yemekleri, evleri ve el sanatları açısından incelenmeye ve araştırılmaya değer özellikler gösterir. İlçede gümüş işleri yapımının tarihi çok eskilere dayanır. Eski ustalar döküm gümüş ve altın işleri yaparken son 40 -50 yıldan bu yana telkâri ile uğraşmaya başlamışlardır. Bu eski ustaların yetiştirdiği ve onların bıraktığı yerden başlayan yeni ustalar ise 20. yy'ın son çeyreğinde telkâriyi Beypazarı'nda geliştirerek adını yurtdışına kadar duyurmuşlardır. Beypazarı'nda üretim geleneksel tekniğinden sapmadan küçük işletmelerde yapılmaktadır. İlçede 40 kadar işyerinde 30'a yakın usta ve kalfa ile 400'e yakın çırak ve işçi telkâri alanında çalışmaktadır.

Telkari Yapım Tekniği

Tel Çekme
Külçe halindeki gümüş veya hurda gümüşler potada eritilerek ince çubuklar halinde dökülür.Daha sonra bu çubuklar silindirlerden ve haddelerden geçirilerek istenilen inceliğe getirilir.

Model Hazırlama
Yapılacak ürün önce ana hatlarıyla 1 / 1 ölçekte bir kağıt üzerine çizilir. Ürünün ana iskeletini oluşturacak parça esas alınarak hangi kısımlarında kaç mikron kalınlığında tel kullanılacağı, iç kısmının ne şekilde, hangi desenlerle doldurulacağı belirlenir ve taslak üzerine yazılır.

Tavlama
Haddelerden çekilen ve bükülen gümüş süratle sertleşir ve işlemede büyük kolaylık sağlayan yumuşaklığını kaybeder. Bu tellerin yumuşaklıklarını tekrar kazanmaları için asbest bir tabaka üzerinde ısıtılarak tavlanmaları gerekir. Tellerin çekilmeleri ve ürüne işlenmeleri sırasında tavlama işlemi sık sık yapılır.

Kesim
Herhangi bir ürün yapılacağı zaman gerekli bütün teller taslak üzerinde belirlenen kalınlık ve uzunluklara göre kesilerek hazırlanır.

Şekil Verme
Ürünü oluşturan ana iskeletin kesilmiş ve yassılaştırılmış parçaları çizilmiş olan taslak üzerine konularak şekillendirilir ve belirli yerlerinden kaynakla birleştirilir. Sonra ince teller yerleştirilerek iskelet tamamlanır. İskeletin içerisindeki boşluklar işin tekniğine göre daha ince tellerle doldurulur ve sıkıştırılır , gerekli yerlerden kaynakla birleştirilir. Bu şekilde içleri doldurularak hazırlanmış parçaların her birine bükülerek yada çukurlaştırılarak son şekil verilir ve parçalar ara bağlantılarla birleştirilerek bir araya getirilir.

Ayrıntıların Yapımı
Telkâride bir ürünü oluştururken ana parçaların dışında bu ana parçaları birleştirmede ve süslemede çeşitli parçacıklar kullanılır. Örneğin "geverse" adı verilen minik küreler yapılırken matkap yardımı ile bir çivi üzerine sarılan ince teller makasla kesilir ve küçük halkalar elde edilir. Bu halkalar bir kömür parçası üzerinde ısıtılıp eritilerek minik toplar haline getirildikten sonra iki ağaç blok arasında sıkıştırılıp döndürülerek yuvarlaklaştırılır. Böylece 1-2mm çapında içi dolu kürecikler elde edilir. Daha büyük küre ve topları yaparken gümüş plaka önce presle değişik çaplarda daireler halinde kesilir.

Birleştirme ve Kaynak
Telkâri tekniği ile yapılan her ürünün tamamı telden yapılır. Bunun için bir ürün binlerce parçadan bükülerek ve birleştirilerek oluşturulur. Bu yüzden bu teknikte kaynak önemli bir yer tutar. Kaynak materyali olarak gümüş - pirinç karışımı bir alaşım kullanılır.

Ağartma
Bütün parçaları birleştirilmiş bir ürün son şeklini aldığı zaman ısıtma, kaynak ve diğer işlemler nedeniyle kirlenmiş, kararmış ve oksitlenmiş durumdadır. Ürünün doğal parlak rengini alabilmesi için ağartma işlemi uygulanmaktadır. Bu uygulamada bütün ürünler bir bakır kap içine konulur ve üzerlerine nitrik asitli su ilave edilir. Ürünler doğal renklerini alıncaya kadar birkaç dakika süreyle kaynatılır. Daha sonra bol su ile durulanır ve kurutulur.

Son İşlemler
Ağartılan ürünler deterjanlı (eskiden deterjan yerine çöven kullanılırdı) su ile tekrar yıkanır ve ince telli bir fırça ile iyice fırçalanır. Yüzeydeki fazlalıklar ve kaynak artıkları temizlenir; ürünlerin yüzeyi düz bir çelik parçası ile parlatılır.

Telkari çeşitleri

Hasır Telkari
"Örgü işi" veya "Trabzon işi" olarak da bilinen bu teknikte, ürün tellerin örülmesi ile ortaya çıkarılmaktadır. Daha çok Trabzon yöresinde uygulanan bu teknikte altın ve gümüş teller sekiz santimetreye kadar ende örülerek şeritler haline getirilmektedir. Daha sonra silindirler arasından geçirilen bu örgüler ezilerek tam bir örgü şerit haline getirilir. Bu şeritler uygun uzunlukta kesilerek bilezik ve kolye yapılır.

Kakma Telkari
Bu teknikte bir taş, maden veya ağaç yüzey üzerine kazınan şekil ya da oyukların içine tel yerleştirilir. Tel kakma yapılacak yüzey üzerine çizilen şekil, kazıma veya asitle oyma tekniği ile yüzey üzerinde çukurlaştırılır. Bu çukura yerleştirilen çoğunlukla köşeli tel çekiçle vurularak sıkıştırılır ve şekil içerisine gömülür. Yüzeyden taşan kısımlar alınır, eğelenir, perdahlanıp parlatılır. Bu teknikle silah kabzaları, bıçak sapları, şemsiye sapları, zarf açacakları, yazı takımları, kaşık sapları, tespihler, nalınlar, ağızlıklar, baston sapları, şamdanlar, vb. eşya süslenir.

Kafes Telkari
Bu teknikte tellere şekil verildikten sonra kaynakla birleştirilerek bir ana iskelet oluşturulur. Bu iskeletin içi daha ince tellerle doldurulduktan sonra yine kaynak yapılır ve gerekirse ürün minik kürelerle ve toplarla süslenir.Bu teknikle kül tablaları, çakmak kılıfları, sigara ve mücevher kutuları, şamdanlar, tepsiler, şekerlikler, vazolar, ağızlıklar, nargile uçları, çiçekler, sigara tabakaları, fincan, bardak, sürahi vb. eşya kılıfları, abajurlar, çeşitli tabaklar, düğmeler, kol düğmeleri, küpeler, tepelikler, kolyeler, broşlar, bilezikler, kemerler ve yüzükler üretilir. Beypazarı'nda telkâride bu teknik kullanılır.

Hat Sanatı

Türk hat Sanatı denilince, Türklerin İslamiyeti kabul edişlerinden sonra okuma yazma vasıtası olarak seçtikleri Arap asıllı harflerle vücuda getirilen sanat yazıları anlaşılır. Ancak şunu hemen belirtelim ki Arap harfleri İslamiyetin zuhurundan sonra yavaş yavaş estetik unsurlar kazanarak, bu hal VIII. Yüzyılın ortalarından süratlenmiş; Türklerin İslam aleminde oldukları çağda zaten mühim bir sanat dalı haline gelmişti. Bu sebeple evvela Arap asıllı harflerin bünyesi ve İslam'ın ilk asırlarında gelişmesi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekecektir.

Yazı sanatının İslam kaynaklarında en özlü tarifi "Hat, cismani aletlerle meydan getirilen ruhani bir bendesedir." cümlesiyle yapılmıştır ve hat sanatı, bu tarife uygun bir anlayış çerçevesinde asırlardır süregelmiştir. Çünkü bu yazı sisteminde harflerin çoğu kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişlerine göre bünye değişikliğine uğrar. Sanat haline dönüşüyle pek kıvrak bir şekle bürünen harflerin, birbirleriyle bitiştiklerinde kazandıkları görünüş zenginliği, hele aynı kelime veya cümlenin muhtelif terkiplerle yazılabilme imkanı, bu yazılara, sanatta arannılan sonsuzluk ve yenilik kapısını açık tutmuştur.

Arap hattı, muhtelif devrelerde en fazla işlendiği bölgeye nisbetle, İslam öncesi anbari, hiri, mekki ve Hicret'ten sonrada medeni isimlerini alarak gelişti. İslam'ın kitap haline getirilen ilk metni olan Kur'an, işte bu mekki medeni hatla deri(parşomen) üstüne siyah mürekkeple, noktasız ve hareketsiz biçimde yazılmıştı ki, bu ilk örneklerde, elbette sanat mülahazası aranılmamıştır. Zamanla bu yazı iki tarza ayrıldı: Sert köşeli olanı mushaflara ve kalıcı yazışmalara tahsis edilerek, en ziyade Küfe'de işlendiği için küfi adıyla anılmaya başlandı.süratli yazılabilen ve sert köşeli olmayan diğer tarz ise günlük işlerde kullanıldı; yuvarlak ve yumuşak karakterinden dolayı sanat icrasına uygun bir hal aldı. Yeni yazı cinslerinin bazıları, nisbet ifade eden isimlerinden de anlaşılacağı gibi, tomar hattı esas alınarak onun muayyen nisbette (yarımi üçte bir, üçte iki) küçültülmüş kalemiyle yazılıyor, bu küçülmede yazılar yeni hususiyetler kazanırken, yazma aletinin adı olan kalem bu nisbete dayanılarak hat manasına da kullanılıyordu.

Abbasiler devrinde gittikçe gelişen ilim ve sanat hareketleri sayesinde büyük merkezlerde ve bilhassa Bağdad'da kitap merakı ve bunları yazarak çoğaltan "verrak"lar artmıştı. İşte bunların kitap istinsahında kullandıkları yazıya verraki, muhakkak veya ıraki deniliyordu.VIII. asır sonlarından itibaren hat sanatkarlarının güzeli arama gayreti neticesi ölçülü olarak şekillenen yazılar asli ve mevzun hat ismiylede anılmaya başlandı. Bu yazıları ileri bir merhale'ye eriştirenler arasında, ayrı bir mevkii olan İbn Mukle(? - 328/940), hattın nizam ve ahengini kaidelere bağladı " bu yazılara "nisbetli yazı" manasına mensub hattı denildi.



Bu gelişmeler olurken küfi hattı da bilhassa mushaf yazılmasında parlak devrini sürüyordu. Yayıldığı nisbette farklılıklar gösteren küfi, şimali Afrika ülkelerinde daha yuvarlaklaşarak bilhassa Endülüs'te ve Mahrip'te mağribi adıyla hükümranlığını korudu. Daha çok abidelerde görünen iri küfi hattı da, bazı tezyini unsurlarla birlikte, dekoratif bir mahiyet kazandı. Mensub hattının yukarıda verraki adıyla geçen ve umumiyetle kitap istinsahına mahsus olup bu sebeple neshi de denilen şeklinden, XI. Asrın başlarında muhakkak, reyhani, ve nesih hatları doğdu. Bu devrin parlak ismi olan İbnü'l-Bevvab (? - 413/1022), İbn Mukle yolunu değiştirdi ve XIII. Asır ortalarına kadar da uslüb sürdü. O zamana kadar düz kesilen kamış kalemin ağzını eğri kesmekte onun buluşudur ve bu hal yazıya büyük letafet kazandırmıştır. Aklam-ı Sittenin bütün kaideleriyle hat sanatındaki mevkiini alışıyla yukarıda tanıtılanlar dışında bugüne sadece isimleri kalmış bulunan birçok hat cinside unutulmaya terkedilmiş oldu. (mesela; sicillat, dibac, zenbur, mufattab, harem, lului, muallak, mürsel vb)

Kullanılan Alet ve Malzemeler

Hem musuki aleti(ney) hemde kalem olarak kullanılan kamış, bu kudretiyle İslam ve doğu aleminin esrarlı havasını aksettiren belki yegane alettir. Sıcak ülkelierin nehir ve göl kenarlarındaki sazlıklardan alınan kamış, koparıldığı haliyle kalem olma vasfından uzaktır. Sarımsı beyaz renkli olan bu kamışlar kurumaları için uzvi sıcaklığı daima muhafaza eden gübre içine konulur; burada yavaş yavaş suyunu kaybedip sertlik kazanırlar ve cinsine göre, kırmızımsı, kahve veya açık yahut koyu kahverengine, hatta siyaha dönerler.

Kalem açılıpta kullanılmaya başlandıktan sonra, kağıda temas eden ağız kısmı zamanla bozularak yeniden açılmak icab eder. Ancak mushaf gibi yazılması uzun süren kitaplarda bunun mahzuru vardır. Kalem yeniden açılırken ağzının genişliği kıl kadar farklı olsa, bu, hele nesih gibi ince yazılarda büyük bir estetik kusur teşkil eder. Böyle uzun metinleri ince hat ile yazmak için Cava adasında yetişen bir tropikal ağacın yaprak diplerindeki siyah renkli sert, düzgün ve ince uzantıları işte bu maksadla kullanılır ve Cava Kalemi adıyla bilinir, bunun ağzı kolay aşınmaz.


Yazının kalınlığı arttıkça kalemin ağzına da ona göre açabilmek için, ney kalınlığında kamışlardan (buna kargı kalem denir) veya sert bambu kamışlarından faydalanılır.Kamış kalem, açmak için sol elin içine yatırılarak,orta boşluğu ve cidari badem biçiminde görünene kadar,yukarıdan aşağıya meyilli olarak yontulur.

Dil gibi uzadığı için kalem dili denilen bu yassı kısmın iki kenarı, kalem ağzının ne kadar genişlikte olması isteniyorsa, ona göre alınır. Kalemin ağız kısmının birkaç santimetre çatlatılarak iki yakaya ayrılmasına kalem Şakkı denir. Bunun yapılışında kalemin boyuna paralel çatlatılması, eğri olmaması icab eder. Arada hasıl olan ve ince bir hazne vazifesi gören bu çatlağa mürekkep dolarak, yazarken devamlı bir şekilde aşağıya akar. Kalemin kalemtraş yardımıyla şakk edilirken makta (her ikiside ayrıca tanıtılacaktır) üzerindeki yive oturtulması lazım gelir. Kalemin ağzının kesilip düzeltilmesi de makta üzerinde yapılır.Bu kesme işlemine kalemi makta'a vurmak veya üzerinde yapılır.


Bu kesme işlemine kalemi makta'a vurmak veya katt-ı kalem denilir.Kullandıkça ağzı bozulacağı için harfler pürüzlü olarak çıkmaya başlar Bu takdirde yeniden makta'a vurulur. Ta'lik kalemi sülüse nazaran daha az eğri ağızlıdır. Nesih kalemi ondan da az, rık-a kalemi ise düze yakın eğriliktedir.

Kalemi ağzındaki eğrilik kağıda tamamiyle intibak edecek şekilde tutup, yukarıdan aşağı dik olarak hareket ettirmekle ince, sağdan sola yürütmekle kalın harf kısımları yazılmış olur. Harflerin ölçüleri nokta ile tespit edildiği, nokta da kalemin kalemin ağız genişliğine bağlı olduğu için, kalem hat sanatında estetiği sağlayan en önemli unsurdur.

Kalemler bazen divit adıyla anılan yandan hokkalı kalem mahfazalarında, bazen de kalemdan (kalemlik) denilen, silindir yahut sandık biçimi, sade veya sanatlı kutular içinde saklanır. Kalemdanın silindir biçiminde olanlarının adı da kubur'dur

KALEMTIRAŞ

Zamanımızda kurşun kalemin içinde döndürülerek açıldığı kalemtıraşla, eskiden kamış kalem açmak maksadıyla kullanılan kalemtıraşın bir şekil benzerliği yoktur. Kalemtıraş tig denilen kesici kısım, kıymetli malzemeden yapılmış sap, bu ikisini birbirine bağlayan parazvanadan meydana gelir. Boyu 10-20 cm arasındadır.

Makta 2-3cm eni,10-20 cm boyu olan, 2-3mm kalındığında kemik veya fil dişi bir plakadır. Bağa ve sedeften yapılan da makbuldür. Kalemin şakk ve katt ameliyesi, cam, mermer yahut maden gibi sert satıhlı yerde yapılırsa kalemtıraşın kesici ağzı zedelenip zamanla kullanılmaz hale gelir. Makta üzerinde, kamış kalemin çapına uygun yive bulunan küçük bir çıkıntı bırakılmıştır. Makta'ın bir ucuna doğru yer alan bu yive , kalemin sap tarafı , sağa sola kaçmaması için tespit edilir;kalemtıraşın keskin ağzı, kalemin boyuna paralel olarak tutulup iç veya dış tarafından kalem şakkolunur, yine yive oturtularak kalemin kattıda tamamlanır. Makta imalini bilhassa Mevlevi dervişler; çakı, mil ve kıl testere yardımıyla ince bir sanat haline getirmişler, eserlerini nakış, çiçek, yazı ve Mevlevi Sikkesiyle süsleyerek, bu aletin pek latif numunelerini ortaya koymuşlardır.

KAĞID

Eskiden kağıdlar bugün olduğu gibi doğrudan doğruya yazı yazabilecek şekilde fabrikadan çıkmazdı. Hariçten (Çin, Hindistan, Buhara, Avrupa...) olsun, yerli imalathanelerden (Kağıdhane, Yalova, Bursa, Beykoz...) olsun ; gelen kağıdlar, pürtüklü ve kalemin yürümesine müsait olmayan bir haldeydiler.


Hatta bazıları mürekkebi yayarlardı. Bunları kullanabilmek için terbiye edilmeleri şarttı.

Umumiyetle beyaz renkte olan bu "ham kağıd" lar gözü yorduğundan önce arzu edilen renge boyanır sonra aharlenir (cilalanır), nihayet aharin kağıda tesbiti ve pürüzlerin giderilmesi için mührelenir, yani tazyikle adeta ütülenip parlatılır.

Kağıdı boyamak için, ekseriya nebatlardan istifade edilmiştir. Renk veren nebati madde kaynatılır o rengi alan su bir tekneye boşaltılır; kağıdlar içine batırılır, suyu emerler. Kurutulunca istenen rengi alırlar. Yahut da bu renkli su bir sünger veya pamuk yardımıyla kağıd üzerine sürülür, sonra kurutulur. Bu usulde sürülme yolları leke gibi belli olabilir. Kağıd boyamakta kullanılan maddelere ve verdikleri renklere birkaç misal: çay (krem rengi,) ,cevizin yeşil dış kabuğu veya nar kabuğu (kahve rengi) , cehri tohumu (sarı), albakkam (kırmızı), mor bakkam (mor), şekerciocağı isi (şekerrengi) , soğankabuğu (kırmızımtırak)...En çok krem renginin tercih edildiği boyama işleminden sonra sıra aharlemeye gelir. Eski usulle cilalanmış kağıd bir koruyucu tabaka teşkil eden ahar, is ile hazırlanan mürekkebi kağıdın bünyesine geçirmeden, kendinde tutar.

Bu hususta en çok kullanılan usul, şapla kestirilmiş yumurta akının kağıd üzerine 1-2 kat süngerle sürülmesidir. Aharlenen ham kağıd , eğer bir hafta içinde mührelenmezse, daha geç yapılacak mühreleme işlemi sırasında çatlamaya başlar, kağıdın terbiyesi için verilen emekler boşa gider. Mührelenecek kağıdlardan bir tabaka ,mühre tahtası veya pesterk denilen, damarsız olduğu için ıhlamur ağacından hazırlanması tercih edilen büyükçe bir tahta üzerine konulur. Tahtanın çok düzgün, içe hafif kavisli ve eksiz olması şarttır. Mührenin rahatça kayabilmesini sağlamak maksadıyla kuru sabuna sürülmüş bir çuha parçası, mührelenecek kağıdın üzerinde gezdirilir. Sonra çakmak mührenin tahtadan yapılmış iki kolundan tutularak, çıkıntılı taraftaki çakmak taşı alta gelecek şekilde, kağıda tazyikle sürülmeye başlanır. Kağıd serbest bırakılarak mühre ileri geri muhtelif istikametlerde hareket ettirilir. Kağıt hemen pırıl pırıl parlar ve ütülenmişçesine düzelir. Mührelenen kağıdlar üst üste konularak ağırlık yardımıyla baskıya alınırlar. Bir yıl kadar dinlendirildikten sonra kalemin rahatça yürüyüp yazabileceği bir hale gelirler.

İS MÜREKKEBİ

Tarihimizde ve bilhassa Hat sanatında kullanılan iş mürekkebinin, Çin, (veya Galat: çini) mürekkebiyle karıştırmamalıdır. Bu mürekkebinin yapılışı ve kullanılma yerleri çok ayrıdır. İs mürekkebinin terkibindeki is, yapılınca is veren bezir yağı, balmumu, neft yağı, gaz yağı gibi maddelerden elde edilir. Çıradan veya zeytinyağından çıkan is, çok yağlı olduğu için makbul sayılmaz. İs mürekkebinin terkibine giren ve onu kağıd üzerinde tespit eden arapzamkıdır. İs mürekkebi yapmak için pek çok formüller yazılı olarak devrimize kadar gelmiştir. Bu mürekkebin hazırlanış tarzı zamanla değişmiş ve nihayet en gelişmiş terkibin "İs, zamk eriyiği ve saf su" dan ibaret olduğu görülmüştür. Sanat eserlerini yazmak üzere kullanılan mürekkep, kendi kendine kurumaya terkedilirdi.

Resmi yazıların kurutulması için yazının üzerine rıh (veya rik) denilen bir çeşit ince kum dökülürdü.


Geçmiş yüzyıllarda okuryazar zümrenin hokka içinde daima yanında taşıdığı is mürekkebinin zamanla hiçbir surette solmadığından, Batı usulü mürekkebe karşı çok üstünlüğü vardır.

Bugünkü kalem sisteminde kullanışlı olamaz: Kamış kalem için mükemmeldir. Modern çağda çıkan siyah boyaların hiçbiri onun yerine konamaz. Çünkü bu mürekkep bir is süspansiyonudur. Yani is parçacıkları erimeden zamkın yardımıyla suda asılı kalmışlardır. Aharli kağıda yazıldığı vakit satıhta kalır, silinip kazınmaya, hatta yalanmaya elverişlidir. Bu ise, eski sanat yazılarımız için gerekli olup okumuş yazmış kimseler hakkında kullanılan "fazla mürekkep yalamış" tabiride buradan gelir.

RENKLİ MÜREKKEBLER

Tarihimizde hayli değişik renklerde mürekkep yapılmışsa da, en ziyade kullanılanları sarı (zırnık), kırmızı (lal), beyaz (üstübeç), ve altın (zer) mürekkepleridir.

Zırnık Mürekkebi : "Zırnık" adıyla bilinen tabiattaki sodyum ve arsenik sülfürün zahmetlice ezildikten sonra arap zamkı mahlulu ile karıştırılması, sarı renkli bu mürekkebi verir.

Lal Mürekkebi : Lotur + Şekerci çöğeni + şap + su muayyen nisbetlerde karıştırılıp kaynatıldıktan sonra suyu alınır ve bunun içine "kırmızböceği" nin kurutulmuşu, iyice dövülerek ilave edilir. Tekrar kaynatılmakla elde edilen lal mürekkebinin, pek cazip kırmızı rengi vardır.

Üstübeç Mürekkebi : Zırnık yerine üstübeç kullanılarak, aynı usulle yapılır. Bilhassa mushafların süre başlıklarını, altın zemin üstüne yazmakta kullanılır.

Altın Mürekkebi : Hususi surette dövülerek mikronla ölçülecek kadar inceltilmiş yüksek ayarlı altın varaklarının koyu arap zamkı mahlulu veya bal yardımıyla bir çini tabakta uzun emekle ezilmesi ve suyla yıkanıp süzülerek bir başka tabağın dibinde toplanması, bize bu mürekkebin esası olan altın zerrelerini verir. Kullanılacağı zaman jelatinli su ilavesiyle ve fırçasıyla kamış kalemin ağzına sürülüp yazılır; Zer-endüd (sürme altın) yazıların esası budur.

Küçük Kutu" manasına gelen Arapça bir kelimedir. Yazı yazmak için kamış kalem ve is mürekkebinin kullanıldığı devirlerde, yazı takımlarında veya yazı çekmecelerinde Yazı yazmak için kamış kalem ve is mürekkebinin kullanıldığı devirlerde, yazı takımlarında veya yazı çekmecelerinde hokka olarak okur-yazar zümrenin üzerinde taşıması için ise divit şeklinde mutlaka bulunan mürekkep hokkası, kültür hayatımızın en mühim unsurlarından biriydi. Madeni hokkalar, müstakil olmaktan ziyade, içine kamış kalemlerin konulduğu kubur denilen, silindir biçimindeki kalemdanların dip yanına çıkıntılı olarak tutturulurdu. Eski hokkalara mürekkep doğrudan doğruya konulma; Lika denilen ham ipekten bir tutam, hokkanın içine yerleştirilip de mürekkep bunun üzerine dökülürse, lika, mürekkebi sünger gibi emer ve kalemin hafifçe likaya bastırılmasıyla, lüzumu kadar mürekkebi kalemin ağzını bular.

MİSTAR

Yazı sanatında yer alan harf veya harfler topluluğunun satır içinde duruşu ve belli bir çizgi hizasında dizilişi, bir takım kaidelerle belirlenmiştir. Latin alfabesinde de bu böyledir. Tarihimizde satır çizgilerini belirtmeye yarayan ve mıstar (satırlık) adıyla tanınan bir basit alet benimsenmiştir.

Yazma eserin tertibinde, yazının kaplayacağı sahadaki satır düzeni bu maksat için kullanılacak kamış kalemin nokta boyutuna göre hesaplanır ve sahife büyüklüğünde bir mukavva üzerine çizgiyle tespit edilir; satırın başı ve sonu iğne ile delinir.

Mıstar'ın kullanılması şöyle olur. Aharlenmiş kağıdların her bir tabakası sahife düzenine göre mıstarın üstüne yerleştirilerek, henüz yıkanıp yağdan arındırılmış parmaklar,ibrişinin kabarıklığıyla hissedilmekte olan satır çizgileri üzerinde dolaştırılırsa, bunların izi kağıda çıkar ve metinler bu çizgi izine göre yazılır.

YAZI ALTLIĞI

Eski hattatlar sandalyede oturup masa üzerinde yazmazlar, sedir veya mindere yerleştikten sonra, sağ dizlerini dikerek onun üstünde yazarlardı. Bakış açısının 90 derece olarak muhafazası ve kağıdın dizde düzgün durabilmesi, eskilerin zır-I meşk (meşk altı) dedikleri takriben 20*25 cm ebadında kaba kağıdların üstüstte tutturulmasıyla hazırlanan bir altlığın diz üstüne konulmasına bağlıdır. Sert bir satıh kullanılmayışı, ele serbest bir hareket imkanı sağlamak içindir.

Hat Sanatında Türkler
Türklerin İslamiyeti kabulü ve buna bağlı olarak yazılarını değiştirmeleri sonrasında hat sanatıyla ilgilerini gösterecek eserleri zamanımıza kadar gelememiştir. En eski örneklerle, ancak Selçuklulardan itibaren karşılaşıyoruz.

Beylikler devrinde ve Osmanlı'nın ilk iki asrında, Anadolu'daki hat sanatı, kalan örneklere nazaran, Abbasilerin Bağdad'daki üstadane tavırlarının bir devamı gibi görülmektedir. Nihayet Şeyh Hamdullah'la (833/1429-926/1520) hat sanatı Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve daima gelişip ilerleyerek XX.asrı bulunmuştur.


AKKAM-I SİTTE

Bu isimle anılan altı cins yazı birbirine tabi, ikili gruplar halinde gözden geçirilebilir: Sülüs-nesih,muhakkak-reyhani, tevki-rıka. Bu üç grubun birincilerinin (sülüs, muhakkak, tevki), ağzı daha geniş kalemle (2 mm civarında) yazılmalarına mukabil, ikincileri (nesih, reyhani, rıka) 1 mm civarında ağız genişliği olan kalemle yazılırlar. Yazı karakteri itibariyle, muhakkak reyhaniyle, tevki ise rıka'yla, birbirine çok benzeyen büyük ve küçük iki kardeşi hatırlatırlar. Ancak sülüsle nesih böyle değildir. Nesih hattının çok ince yazıları şeklinede, toz kadar küçük görüldüğünden gubari hattı denilir. Eski kaynaklarda sülüs sanat göstermeye en müsaid alanıdır. Harflerindeki yuvarlak ve gergin karakter, ona hattanın elinde en fazla şekil zenginliğine girebilmek ve yeni istiflere açık olmak imkanı vermiştir. Bu hal, hele abidelerde yer alan ve uzaktan okunabilmesi için ağzı çok geniş kalemle yazılan veya satranç usülüyle genişletilen) celi sülüs hattında daha da çarpıcıdır. Nesih hattı ise harflerinde yuvarlaklık olmakla beraber, daima satır nizamına tabi olup istife uygun gelmez; bu sebeple uzun metinlerin, en ziyade Kuran-ı Kerim'lerin (mushaf) yazılmasında kullanılmış, eski matbaacılığımızın hurufatı da nesihle hazırlanmıştır. Tevki ve Rıka kardeşler de Osmanlı nın ilk devirlerinde resmi yazışmalar ve nadiren kitap çoğaltmak için ele alınmışlardır. Bu altı cins yazıda Arapça'nın icabı olarak hareke ve diğer yardımcı okuma işaretlerinin kullanıldığı yazı cinsleridir. Türkçe metinler için nesih, tevki ve rıka yazılarının harekesiz yazıldığı da görülmektedir.


TA'LİK

Bu yazı, aslında Tevki hattının XIV. Asırda İran'da kazandığı değişiklikle ortaya çıkan yazıya verilen isimdir ve orada daha çok resmi yazışmalarda kullanılmıştır.

DİVANİ - CELİ DİVANİ

İran'da resmi yazışmalarda kullanılan ta'lik hattı Osmanlı'ya Akkoyunlular (1467-1501) yoluyla XV. Asırda geldiğinde, kısa zamanda büyük bir şekil değişikliği geçirerek Divan-ı Hümayun'daki resmi yazışmalara mahsus olduğu cihetle -divani adını almıştır. Harekesiz yazılan divanının XVI. asırda İstanbul'da doğan harekeli, süslü ve haşmetli şekline celi divani adı verilmiş, buda devletin üst seviyedeki yazışmalarında kullanılmıştır (hat sanatındaki "iri ve kalın" manasının aksinei buradaki celi aşikar demektir)

TUĞRA

Bugün nasıl T.C. amblemi Türkiye'yi temsil ediyorsa, Osmanlı devrinde de tahtta bulunan padişahın adına çekilen tuğrai padişahla birlikte babasının adını ve daima muzaffer olmasını dileyen bir duayı (el muzaffer daima) ihtiva eden hususi bir şekildir. Tuğra bilhassa XVI. asırda tezhipli olarak hazırlanırdı. Tuğrayla padişahlar dışında, tarikat pirlerinin isimleri, yahut bir ayet veya hadis yazıldığıda görülmektedir.

Hat Sanatında Osmanlılar
İstanbul'un fethinden itibaren Osmanlı devleti yalnız askeri ve siyasi bakımından değil, kültür ve sanat cihetinden de yüceliğe erişmişti. Hat sanatında da yine yakut ( ? -698/1298) gibi Amasyalı olduğu bilinen Seyh Hamdullah (833/1429-926/1520) önceleri Yakut uslübünü en güzel ve mükemmel biçimiyle yürütüyorken hamisi ve talebesi, Sultan II.Beyazıd'ın (1450/1512) teşvik ve tavsiyesi üzerine, Yakut'un eserlerini bir estetik kıymetlendirmeye tabi tuttu ve kendi sanat zevkini de katarak bunlardan yeni bir tarz çıkarmayı başardı. Kanuni Sultan Süleymen çağında Yakut tavrını en parlak biçimiyle yeniden canlandıran Ahmed Karahisar'ın ( ?-963/1556) yazı anlayışı kendisinden sonra unutulmuş; Şeyh Hamdullah yoluna karşı duramamıştır.

Şeyh Hamdullah devrinde, Yakut yolu ile intikal eden altı cins yazıdan sülüs ve nesih, Türk zevkine çok uygun geldiği için sür-atle yayılmış; eski devirden farklı olarak, Kur'an-ı Kerim'in yazılmasında sadece nesih hattı kullanılmaya başlanmıştır. Altı yazının diğer ikisinden biri olan rıka daha cazip bir uslübe bürünerek hatt-ı hicaze adıyla bilhassa hattat imzalarında ve icazetnamelerinde yer almış tevki ise pek ender kullanılmıştır. XVII asrın ikinci yarısında İstanbul'un sanat ufku yeni bir hat nuruyla aydınlandı. Hafız Osman (1052/1652-1110/1698) adındaki bu hat dehası, vaktiyle Şeyh Hamdullah'ın Yakut'tan yer yer seçip topladığı yazı güzelliğini bir elemeye tabi tuttu ve eskisine göre daha da safiyet kazanan, kendine has bir hat şivesi ortaya koyarak,o vadide yazmaya başladı. Artık şeyh uslübü, yerini Hafız Osman'ınkine terk ediyordu. Divanı ve celi divanı yazılarının en mükemmel seviyeye XIX. Asır sonlarında ulaştığını kaydedip , biraz da Osmanlılar'da ta'lik hattından söz edelim; XV. Asrın ikinci yarısından beri kullandığımız bu yazı nev'inin bizde hakkıyla ele alınışı, İran'ın maruf talik üstadı İmadü'l-Haseni (?-1024/1615) sonra olmuştur. Türk hattatları bu uslübü öylesine benimsemişlerdir ki, üstün başarı gösterenlere İmad-ı Rum (Anadolu'nun İmadı) denilmesi adet hükmğne girmiştir.

Görülüyor ki yazı sanatımızda devamlı bir süzülüp arınma ve üsluplaşma hareketi vardır ve bunlar yazının esasını bozmadan yapılmıştır. Mimari, musiki, resim ve tezyini sanatlarımızın, Batı tesiriyle soysuzlaşmalarını mukabil, hat sanatında bir gerileme olmayışı şu üz sebebe bağlanabilir. Bünyesine tesir edebileceki benzeri bir sanatın Avrupa'da bulunmayışı,Üslup sahibi hattatlar elinde usta-çırak esasına göre sağlam kaidelerle nesilden nesile intikali.

Zamanla, kendi bünyesi içinde yenilenme kabiliyetine sahip oluşu İslam aleminde pek yaygın bir söz vardır: "Kuran-ı Kerim Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundui İstanbul'da yazıldı"


RIK'A

Okuyup yazması olan her Osmanlı'nın günlük yazışmalarında kullandığı ve ağzı 1 mm'yi geçmeyen kamış kalemle yazılan rıka hattı, eskiden yazanın kendi anlayışına göre elden çıkıyorken, XIX. asırda, Babiali Rık!ası diye isimlendirilen ve resmi işlerde kullanılan bir nev'I ile yazılmıştır ki bunun öncüsü, Mümtaz Efendi (1225/1810-1287/1872) olmuştur.

HATTIN BEZENMESİ

Hüsn-ı hat müstakil bir sanat oluşturmakla birlikte, yalnız başına bırakılmamış; tezhip veya ebru yahut her ikisinin beraberliğiyle hattın bezenmesine dikkat edilmiştir. Siyah olmak üzere, sınırlı birkaç rengin kullandığı yazı sanatı, tezhibin yahut ebru kağıdının renk katkılarıyla farklı bir cazibe kazanır. Tezhip (tezhib), kelime olarak "altınlamak" demekse de tezyinat (bezeme) manasına da kullanılır. Varak altının arapzamkıyla zahmetlice ezilmesinden sonra süzülüp arındırılarak, buna belirli kesafette jelatinli su ilavesi ve hasıl olan süspansiyonun hususi fırçalarıyla kağıda sürülmesi, bunun yanısıra muhtelif renklere de yer verilmesi tezhibin işlenmesiyle ilgili en kısa tariftir. Yüzyıllar içinde kazanılmış renk ve şekil zenginliğiyle Osmanlı'da mükemmel seviye'ye XV.asır sonlarında ulaşan tezhipte, klasik anlayışa uygun olarak hendesi, nebati ve hayvani asıllı bu son ikisinde tabiatı taklid etmeden üsluplaştırılan motifler, kaidelere bağlı bir biçimle sahasına yerleştirilip işlenmektedir. Bir başka bezeme uslübü da motiflerin sulu altınla gölgelendirilerek tahrirle belirgin hale getirilmesidir ki, halkari adıyla anılır.

Kitreyle kıvamlandırılmış suyun konulduğu bir dikdörtgen teknede su yüzüne yayılması öd suyuyla sağlanan çeşitli toprak boyaların serpilmesi veya onlara ince telle bazı hoş şekiller verilmesiyle oluşan ebru, suyun üstüne kapatılan kağıda aynen geçirilir, kurutulduktan sonra kesilerek istenilen ebatta kullanılabilir.




Arap harfleri çerçevesinde oluşmuş güzel yazı sanatına Hat Sanatı’nın çıkış noktası denebilir. Bu sanat Arap harflerinin 6.-10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır.

Son dönemlerde kabul edilen bir görüşe göre Arap Alfabesi İslamlık öncesi dönemde Kuzey Arabistan ve Filistin'de yaşamış bir kavim olan Nebatilerin kullandığı alfabeden türemiştir. Bu alfabe Araplarca benimsendikten sonra gelişmeye başlamıştır, İslam dininin yayılmasından sonraki dönemlerde ise daha çok kullanıldığı yerlerde aldığı değişik biçimlere göre mekki (Mekkeli), medeni (Medineli), kufi (Kufeli) gibi adlarla anılmıştır. Kufi yazı hat sanatının temelini oluşturan yazı türlerine kaynaklık ederek, olgunlaşmış biçimiyle de günümüze kadar yaşamıştır.



Türklerin Hat Sanatı’yla tanışması onların Anadolu'ya geldikten sonraki dönemine rastlar. Ve bu alanda en parlak dönemlerinin de Osmanlılar zamanında geçtiği bilinmektedir.

Tarih Satırlarında Hat Sanatı...

Hazret-i Muhammed'ten, Kur'an-ı Kerim'in toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da, doğal olarak büyük aşamalar göstererek mimarlık, bezeme ve musiki gibi önemli bir sanat kolu olmuştur. Başlangıçta "Ma'kıli" denilen basit ve düz çizgilerden oluşan yazıdan Hazreti Ali'nin "kufi" hattı bulduğu söylentiler arasında yer alır. Yazıların anası denilen kufi hat, birçok yazı türüne kaynak olmuştur. Altı kalem denilen ve Hat ve Hattan'da saptanan sıralamaya göre Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rikaa kalemleri ortaya çıkmıştır.

Sülüs ve Nesih yazılarının İbn-i Mukle (885-940) tarafından ortaya konduğu kabul edilir. Muhakkak ve Reyhani yazılarını bulup, kurallarını belirleyen hattat da, 11. yüzyılda yetişen İbn-i Bevvab adıyla tanınan Bağdatlı Ahmet İbnü'l Fazl'dır. Ta'lik yazıyı bulan ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, değişik söylentiler yer alır. Hat ve Hattan'a göre ise, Hoca Ebu'l-Al'dir.



Abbasi halifelerinden Musta'sımıya (1299) gelinceye kadar kamış kalemin ağzı düz kesilirmiş. Yakut eğri keserek, Aklam-ı Sitte'yi kurallara bağlayıp, yazı sanatına yeni bir görünüş kazandırmış, diğer hattatlar ise onu izlemek durumunda kalmışlar.

Hat sanatı, Abbasilerden sonra Türklerin ve İranlıların elinde gelişmesini sürdürmüş. Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları’na uzanan süreçte hat sanatında kullanılan yazı türlerinde farklılık görülmemektedir. Bu dönemde kullanılan yazı türleri sülüs, nesih, muhakkak ve reyhani'dir. Mevlana Müzesi'nde sergilenen Ebulizz Ömer Bin Ali tarafından muhakkak ve reyhani hattıyla yazılmış olan Kur'an (1206) Selçuklu döneminin seçkin örneklerinden biridir.

Osmanlı hattının Türk zevkini yansıtan bir üslup olarak ortaya çıkması 15. yüzyıl sonlarını bulur. Dönemin ünlü hattatları Ahmet Şemseddin Karahisari, Yakut el-Mustasımi ve hat sanatında yeni bir çığır açan, koyduğu kurallarla Şeyh Üslubu denilen okulun oluşmasına neden olan isim Şeyh Hamdullah (1429-1520)'dır.

Osmanlı hat sanatında klasik üslub 17. yüzyılın ikinci yarısında, olgunlaşmaya başlarken, hat tarihinde yeni bir üslup, "Hafız Osman" (1642-1698), okulu olarak ortaya çıkar. Kitap ve murakkaların dışında, Aklamı sitte yazıları kitabe ve levhalarda da kullanılmış.



Normalden büyük yazılan bu yazılara celi yazı adı verilmekte. Celi yazı adı sadece, muhakkak, sülüs ve nesih için kullanılmakta. Bursa'da Ulu Camii ve Yeşil Camii yazıları, Osmanlı celisinin ilk habercisi sayılır. Celi yazının gelişmesi Ali bin Yahya Sofi ile başlamıştır.

19. yüzyılda celi yazıda iki okul adı geçer, Mustafa Rakım ve Mahmut Celalettin okulları.

Aklamı sitte'nin dışında kalan talik yazı İranlılar tarafından bulunmuş, Anadolu'ya İran'lı İmad'ın talebesi Buharalı Derviş Abdi tarafından getirilmiştir. 19. yüzyıla kadar İran etkisinde olan talik yazı, Mehmet Efendi Yesari ve oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından Türk zevkinin katılmasıyla gelişmiştir.

Divan'da alınan kararların yazıldığı Divan yazı çeşidi, Türkler tarafından bulunan 15. yüzyılda Tacüddin adlı hattat tarafından geliştirilerek, 19. ve 20. yüzyılda en güzel örnekleri verilmiştir. Ferman, menşur, berat ve anlaşmalarda kullanılmış Celi divanı adlı bir yazı türü de satırlar arasında yer alır.

Osmanlılar tarafından bulunan Rık'a yazısı 19. yüzyıl başından itibaren yaygın bir biçimde kullanılmış. Türklerin bu süsleme dalında sağladıkları gelişme "Kur'an Hicaz'da nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı" denmesine neden olacak kadar önemli bir yer tutar.

Hat Sanatının İncelikleri...

Hat sanatında oranlama, harflerin büyüklüğü, eğim, derinlik, yakınlık, uzaklık ve diğer özellikler, yazının yazıldığı kamış kalemin ağzına göre büyüklüğü değişen ve kareden biraz büyük olan "nokta" ile sağlanır. Hat sanatı, kitap yazıları, duvarlara yazılan levhalar dışında, mimarlıkta da bezeme öğesi olarak kullanılır. Kubbe içlerinde, duvarlarda, çiniler üzerinde, yazıtlarda hat sanatının en güzel örnekleri görülür.

İstifli yazılar, kalıp hazırlandıktan sonra, kenarları delinerek yazılacak kağıt üzerine silkinip yazılırmış. Yazı, kalemin kolay kayması, yanlış yapıldığında düzeltilebilmesi için, değişik yollarla "aharlanıp, mühürlenerek" terbiye edilen kağıtların üzerine yazılmış. Kamış kalem belli biçimde tutularak avuç ayasında açılır, ucu ise fildişi, kemik, bağa gibi çeşitli malzemelerden yapılan "makta" üzerinde kesilirmiş. Hat sanatında kullanılan mürekkep ise isten elde edilirmiş.

Hat sanatında daha çok kamış kullanılmış. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre "makta" denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutularak özel bir bıçakla yontulurmuş. Celi tarzındaki yazılar ise daha çok ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırmış. Zaman zaman çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmış. Hat sanatında kullanılan mürekkep ise yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilirken, yanlış yazma gibi bir durumda kolayca silinebilir bir özelliğe sahipmiş.Köklü süsleme sanatlarımızdandır. Tezhip kelimesi Arapça’da “altınlama, yaldızlama” anlamına gelir. Ama tezhip yalnız altınla değil boya ile de yapılır. Daha çok yazma kitapların sayfalarını, hat levhalarının kenarlarını süslemede kullanılmıştır.



Tezhip doğuda olduğu kadar batıda da uygulama alanı bulmuş bir sanattır. Özellikle ortaçağda Hıristiyanlık’ın kutsal metinlerini, dua kitaplarını süslemede yoğun biçimde kullanılmıştır. Ama zaman içerisinde kitaplarda da resim öne çıkmış, tezhip yalnızca başlıklardaki büyük harfleri süslemekle sınırlı kalmıştır.
Türkler’de tezhibin geçmişi Uygurlar’a kadar uzanır. Mani dininin Uygurlar arasında yayıldığı 9. yüzyılda tezhip sanatı da görülmeye başlanmıştır. Bu dönemde İslam ülkelerinde de tezhip yaygın bir sanattı. Anadolu’ya Selçuklular’ın getirdiği tezhip en gelişkin dönemini Osmanlılar zamanında yaşamıştır. 15. yüzyılda Mısır’da Memlûk sanatçıları ayrı bir üslup geliştirmişler, aynı dönemde İran’da ve ardından Timurlular’ın egemen olduğu Herat, Hive, Buhara, Semerkant gibi merkezlerde tezhip sanatı büyük gelişme göstermiştir. Herat’ta geliştirilen üslup daha sonra da İran tezhip sanatını büyük ölçüde etkilemiştir. Osmanlı sanatçıları da 15.-16. yüzyıllarda İran’la artan ilişkiler sonucunda Herat Okulu’nun birçok özelliğini yapıtlarında kullanmış, yeni bireşimler yaratmışlardır. 18. yüzyılda Osmanlı tezhip sanatı gerilemeye yüz tutmuş, klasik motiflerin yerini kaba süslemeler almaya başlamıştır. 19. yüzyılda ise sanatın hemen her alanını saran batı etkisi tezhibe de yansımış, örneğin Klasik dönemde tek olarak kullanılan çiçek motifleri vazolar, saksılar içinde buketler halinde görülür olmuştur.

Klasik Tezhib Tekniği :

Tezhibte temel malzeme altın ya da boyadır. Altın, dövülerek ince bir tabaka haline getirilmiş varak olarak kullanılır. Altın varak su içinde ezilip jelatinle karıştırılarak belli bir kıvama getirilir. Boya ise genellikle toprak boyalardan seçilirdi. Günümüzde sentetik boyalar kullanılmaktadır. Tezhib sanatçısı (müzehhib) bir kâğıdın üstüne çizdiği motifi önce sert bir şimşir ya da çinko altlığın üstüne koyarak çizgileri noktalar halinde iğneyle deler. Sonra bu delikli kâğıdı uygulanacağı zeminin üstüne koyarak delikleri yapışkan bir siyah tozla doldurur. Delikli kâğıt kaldırıldığında motifin uygulanacak zemine çıktığı görülür. Bu motif iyice belirginleştirilip altınla ya da boyayla doldurularak tezhib meydana getirilir.

Tezhip Terimleri

Tezhip: Altın ile yapılmış süsleme ; Arabça'da “altınlama” anlamına gelir.
Uygulamada tezhib yalnız altınla değil boya ile de yapılır. Daha çok el yazması kitapların sayfalarını, hat levhalarının kenarlarını süslemede kullanılmıştır.

Müzehhib / Müzehhibe: Tezhib yapan erkişi / hanım. Ezilmiş toz altınla birlikte sulu guvaj boya ile tezyinat yapan sanatkâr.

Bulut: Nakışlar arasında yer alan, stilize edilerek bir bulut izlenimi veren ve münhanilerle uzatılmış özel bir formdur. Çin bulutu da denir.

Cedvel: Yazıyı çerçeveleyen çizgi.
Durak - Cüz - Hizb - Secde işaretleri :Kur’an-ı Kerimlerde durma, bölüm, secde ayeti gibi bazı özellikleri işaret eden ve genellikle sayfa yanlarında yer verilen grafik formlardır.

Halkâr: Sırf altınla yapılan nakışlara denilir. Ekseriya tahrir çevrilmez. Çevrilirse tahrirli halkârdenir. Yine altından hafif gölgeler konur. Ve bazen de hafif renklendirilir ki o zaman Şikâf tâbir olunur.

Hatime : El yazması kitabların son sayfası ; genellikle eseri kaleme alan hattatın imzası burada bulunurdu ve kitabın ilk sayfaları gibi son sayfası da tezhiblenirdi.

Kalemişi : Tezhibin iç mimaride kullanımıdır. Mimaride duvarlarda, kubbelerde, tavanlarda, sıva, taş, ahşap, bez gibi malzemeler üzerine renkli boyalar ve altın varak kullanılarak yapılan süslemelere kalemişi ; bu süslemeleri yapan kişilere 'kalemkar', desenleri hazırlayan kişilere de 'nakkaş' denir.

Klasik Tezhib: Lâcivert zemin üzerinde altınla yapılan tezhibtir.

Koltuk :Hat yazılırken yazılı sahifelerin uygun köşelerinde özellikle tezhib yapılmak üzere boş bırakılan köşelerdeki kare veya dikdörtgen şeklindeki alanlardır.

Münhani:Kelime olarak"eğri çizilmiş" anlamındadır. El yazması kitap süslemelerde 11. yy ile 15. yüzyıllar arasında çok sık kullanılan bir desen çeşididir. Birbirine yapışık kümeler halinde olup kendine özgü bir renklendirme özelliğine sahiptir.

Saz Yolu : Uzun dallar üzerine yapılan ve daha ziyade klasik çini formlarında kullanılmış olan çiçekli veya yapraklı süslemedir.
Ser-Levha:Metnin başladığı sayfadaki başlıktır. Bazı yazmalarda bilhassa Kur’an-ı Kerim’lerde Fatiha ile Bakara suresinin ilk ayetlerinin yer aldığı karşılıklı iki sayfa ve Sultanlara takdim olunan yazma eserlerde ilk sayfa ile karşısındaki sayfa tamamıyla tezhibli olabilir.

Sûre Başlıkları:Sûrelerin başladığı sayfalarda surenin baş kısmına yerleştirilen tezhib formudur; genellikle surenin adı ; nerede nazil olduğu bilgisini içerir.

Tahrir : Sayfanın yazı kenarlarını çevirmek üzere dört tarafına çekilen çizgi.

Tezyinat:Süsleme veya süslemeler demek anlamına gelen Arapça kelime. Zeyyene fiilinden üretilmiştir. İslam sanatında cami, mescit, külliye veya saray gibi mimari yapılarda gerçekleştirilen süslemelere denir.

Tığ: Sayfada yazı dışındaki süsler, mızrağa benzetilerek bu isim verilmiştir.

Tuğra: Sultanın ismi ve lakabı bulunan imza anlamında olup hat sanatının bir kolu olarak gelişmiştir. Türkçede kelime olarak sultanın ismini ihtiva eden özel bir işaret, sultan imzası gibi anlamlar ifade eder. Aslı Oğuz lehçesinde tuğra olup, Han'ın basılmış imzası demektir. Tuğralar Sultana özel olarak hazırlandığından tezhiplerine de özel bir önem verilmiştir.

Orhan Gazi tarafından kullanılan ilk tuğra Orhan bin Osman ifadesinden ibaret olup, iki örneğinden ilki 1324 diğeri 1348 tarihlidir. İlk Osmanlı Sultanı Osman Gazi'ye ait bir tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı ama 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır.

Zahiriye: Kitapların ilk bir veya iki sayfasında yer alan yuvarlak, köşeli olabilir ve ortasında madalyon halinde eserin adı ve müellifi (yazarı) ile bazen eserin kimin için, kimin adına yazıldığı ibareler yer alır.

Zencirek : Tezhipli sayfa kenarındaki geçmeler.

Zer-Efşan: Varak altın toz haline getirildikten sonra jelâtinli su ile karıştırılıp fırça ile kâğıt üzerine serpildikten sonra zer-mühre sürülerek parlatılması ile teşekkül eden bir tarzdır.

Fermân ve Beratlarda Tezyînât
Fermân ve beratların tezyînâtı, dönemlerinin nakış üslubunu yansıtması, tezhîb sanatını günümüze taşıması ve yüzyıllara göre üsluplardaki değişim ve yenilikleri göstermesi bakımından büyük önem taşır. Bir fermânda, tezyîn edilen kısımlar, şöyle sıralanır.
1. Tuğra: İlk zamanlarda siyah mürekkeple çekilen tuğra, Fatih döneminde altın mürekkeple çekilmeye başlanmış ve II. Beyazıt döneminde, beyzeleri tezyîn edilmiştir. Bu tezyînâtta sıvama altın halkâr ve klâsik tezhîb, bezeme özelliği olarak dikkat çeker.

Onaltıncı yüzyıl tuğralarında, klâsik dönemin bütün ihtişamını görmek mümkündür. Lâcivert ve altının dengeli uyumu, Nakkaşbaşı Kara Memi’nin çiçeği adı anılan bahçe çiçekleri, Çin bulutu, saz yolu motifleri, negatif teknikle boyanmış motifler, Haliç işi denilen helezoni bezemeler ve rûmî kompozisyonlar, dönemin nakış özellikleri olarak tuğralara yansımıştır.(Örneğin, Kanunî, II. Selim, III. Murad tuğraları). Yüzyılın sonuna doğru tuğranın harf boşluklarındaki süsleme, dışarı taşmış ve yukarıya doğru üçgen biçimi alarak yükselmiştir. Selviden mülhem bu form, (hayat ağacı formu) bazı değişikliklere uğrayarak ondokuzuncu yüzyılın ortasına kadar devam etmiştir. Genellikle Haliç işiyle bezenen formun içi, daha sonraki dönemlerde, halkârî ve şikâf tarzında bezenmiştir. Tuğranın harf boşluklarına ise genellikle, klâsik tezhîb, halkâr, Haliç işi, negatif bezeme ile nadiren de olsa şebekî ve harşefî tezyînât yapılmıştır.
Onyedinci yüzyılda ise lâcivertin canlılığını kaybetmesi, altın zeminlere iğne perdah yapılması ve kompozisyondaki gerileme, tuğra tezyînâtında da görülmektedir. Yüzyılın sonuna doğru başlayıp, onsekizinci yüzyıl başlarında yoğun olarak hissedilen batı etkisindeki gölgeli çiçek boyamalarının güzel örneklerini, fermânlarda da görmek mümkündür. (bkz. Ferman no: 61, 64/1, 68/1,) Yine, bu dönemde saz üslubunun yeniden canlanması, gümüşün kullanımı, natüralist çiçekler, stilize selviler ve ay yıldız motifi tuğra tezyînâtında karşımıza çıkmaktadır. On sekizinci yüzyılın sonuna doğru başlayıp, ondokuzuncu yüzyılda devam eden Türk rokokosu bezemenin en güzel örnekleri II. Mahmud tuğralarının tezyînâtında görülmektedir. Ayrıca tuğra formu, Tuğrakeş Mustafa Râkım Efendi’nin eliyle bu dönemde zirveye ulaşmıştır.
Son dönem tuğralarında ise, iki renk altın ile yapılan arma, ay-yıldız, güneş ışınları, rokoko çiçekler ve rokoko bordür, bezeme unsurları olarak sayılabilir.
Tuğralar her zaman tezyîn edilmeyip, bazen sade bırakılmıştır.
2- Yazı Üzeri: Zerefşân ile tezyîn edilir. Celî dîvânî yazılara lâlefşân, mavi ve siyah serpme de yapılır. Bazen harfler üzerine, altın noktalar konulduğu görülmüştür.
3- Yazı Araları: Beyne’s-sutûr da denilen bu kısım, altın noktalar, rokoko motifler (bkz. Ferman no: 654/1), ay-yıldız (bkz. Ferman no: 628), zerefşân ve halkârî (bkz. Ferman no: 254) ile tezyîn edilir.
4- Duâ Cümlesi: Genellikle, altın noktalar ve zerefşân ile müzeyyendir.
5- Mahall-i Tahrîr: Halkârî, altınlı negatif motifler, zerefşân ve altın noktalarla tezyîn edilmiştir.
6- Hatt-ı Hümâyûn: Genellikle, serlevha (iklîl) tarzında tezhîblenir. Tezhîbi klâsik tezhîbdir. Pervazlarına, geçme ve kurtçuklar yapılır. Bazı fermanlarda ise, dönemin sanat özelliklerini yansıtan bezemelerle çerçeveye alınan hatt-ı hümâyûn, tuğra tezhîbinin bazen içinde, bazen de dışında yer almıştır.
7- Boşluklar: Tuğra bezemesi ile yazının haricinde kalan kısımlar, ilk dönemlerde boş bırakılmıştır. Hatt-ı hümâyûn tezhîbi, bazen bir gül dalı veya çiçek buketi, şikâf veya halkâr bezemeli saz motifleri, rokoko çiçekler, ay-yıldız ve arma gibi motifler, boş kısımların tezyînâtında kullanılmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda ise ferman kağıdına, halkârî veya Türk rokokosu bezemeler yapılmıştır. Nadiren de olsa, 684 numaralı fermanda görüldüğü gibi, bütün yüzey tezhîblenmiştir.
Rumi Motifler ve Rumili Desenlerde Çizim Kuralları
Türk süsleme sanatlarında kullanılan çeşitli motif türlerinden birisi olan rumiler, gerek kendi başlarına gerekse hatai gibi diğer motif türleriyle kademeli olarak uygulanıp sınırsız kompozisyon üretme olanağı sağladığından, özellikle Selçuklularda ve daha sonraki dönemlerde süslemeciliğin her dalında kullanılmışlardır.*
Rumilerin pek çok çeşitleri olmasına rağmen bunları genel olarak: Yalın halde (basit rumiler); Dilimli rumiler; Hurde (içiçe, rumi içinde rumi); Piçide sencide rumi (sarılma rumi) olarak tanımlayabiliriz. Bunu çok genel bir sınıflama olarak kabul etmeliyiz. Çünkü her birinin yine kendi içinde sayısız çeşitlemeleri mevcuttur. Bu çeşitlilik rumilerin gerek dış bünyelerinde, gerekse iç bünyelerindeki farklılıklarında görülür. Burada verilen örnekler sadece bu farklılığı gösterebilmek gayesiyle çok sınırlı tutulmuştur.
Rumi motiflerde “kapalı from”, “agraf, düğüm, kenet, ortabağ”, “tepelik”, “spiral nokta” gibi tanımlamalar kullanılır. Bu terimlerle tanımlanan motiflerin her birinin kompozisyonunda belirli görevleri vardır:
Kapalı formlar, zeminde değişik renkler uygulayabileceğimiz formlar meydana getirerek desenin zenginleşmesini sağlarlar.
Düğüm, kenet, ortabağ, agraf diye tanımladığımız motifler, dal ayrımlarında ve simetrik ekseninde bitişen sapların değme noktalarına yerleştirilir. Desende açıkta kalmış uzun saplara da yine düğümler uygulanır.
Tepelikler, kapalı formların üst ve altlarında yeraldığı gibi simetri ekseninde birleşen saplara da uygulanabilirler.
Spiral noktalar ise hem desendeki dengeyi temin etmekte, hem de kompozisyonu zenginleştirmekte sanatçının büyük yardımcılarıdır.
Kurallar
Türk süsleme sanatlarında kullanılan bütün motiflerde olduğu gibi rumilerle hazırlanan bütün desenlerde de belirli kurallara uyulmuştur:
Rumiler hatai motiflerle birlikte kullanıldığında iki motif türü kesinlikle aynı dal üzerinde kullanılamaz.
Her iki motifin dalı ayrıdır ve bu dallar birbirlerini alt-üst sırasıyla geçerler. Bir desende farklı rumi motifi kullanıldığı hallerde dahi bu kural uygulanır. Rumi, hatai ve bulut motiflerinin birarada kullanıldığı hallerde ise rumi ve bulut motiflerinin genellikle ayrı paftalarda bulunduğu görülür.
Hatailerde olduğu gibi rumili düzenlemelerde de dairesel ve kıvrımlı hatlar kullanılmaktadır ve bu hatlar üzerine rumiler aynı yöne olmak üzere uygulanırlar. Ancak simetrik düzenlemelerde ve kapalı formların altındaki tepeliklerde çıkışlar yapılması halinde bu kurala uyulmaz. Saplar üzerine birbiri arkasına yerleştirilecek rumiler arasındaki açıklık ise takriben motif uzunluğu kadardır.
Rumileri taşıyan dairesel hatların birbirleri üzerinde geçmeleri alt, üst sırasıyla olur ve bu geçişler ya saplardan ya da rumilerin sapa yakın ince kısımlarından yapılır. Rumi-sap çatışması halinde ise sap daima ruminin altında geçer ve desende iki ruminin birbirini kesmesine meydan verilmez.
Desende gerek birbirilerine değen saplar, gerekse sap ayrımları çıplak bırakılmaz, bu noktalara yerine göre tepelik, düğüm, agraf (ortabağ, kenet) yerleştirilir.
Diğer motiflerde olduğu gibi rumili kompozisyonların temelinde de geometrik düzenlemeler bulunmaktadır.** Bir desenin üzerine ince bir kâğıt koyularak kalemle o desenin iskeleti çıkarılırsa, düzenlemeyi oluşturan geometrik formlar açıkça görülebilir. Buna göre bir desenin geometrik yapısı belirlendiği takdirde o desenin iskeletini çıkarmak ve deseni istenilen boyutlarda doğru olarak çizmek mümkün olabilir.
Türk süsleme tarihinde çok önemli bir yeri olan rumi motifleri ile, yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız başlıca kurallara uyularak ve geometrik formlardan yararlanarak çeşitli kompozisyonlar yapabilmek mümkündür.
*Dr. Filiz Çağman, Osmanlı sanatında başlıca üslup ve bezeme motifleri, Anadolu Medeniyetleri 3. cilt, Avrupa Konseyi, 18. Avrupa Sanat Sergisi 1983.
**Azade Akar, Cahide Keskiner, Türk Süsleme Sanatlarında Desen ve Motif, İstanbul 1978.
Yazar: Birsen Gökçe




Hat, sözlükte uzun ve doğru yol; mastar olarak yazı yazmak manalarına gelir. Çoğul olarak, ekseriya, hutut veya ahtat kullanılır.

Batıda hüsn-i hat (güzel yazı) karşılığında, calligraphy kelimesi kullanılmaktadır. Ancak, hüsn-i hat, İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. Sanatkârına, hicri ilk asırlarda, kâtib, küttâb, verrâk daha sonra da hattat denilmiştir. İranlılar, hattat karşılığında, hoş nüvis veya hüb-nüvis kelimelerini kullanmışlardır.
Osmanlılarda hat sanatı gelişirken, hattatlara da hususiyetlerine göre farklı isimler verilmiştir. Bu yeni tabirler, yazı çeşidine göre, ta'lik - nüvis (ta'lik yazan), celi - nüvis (celi yazan), siyakat - nüvis (siyakat yazan), çep-nuvisan (divani yazanlar) olarak kullanılmıştır.
Meşhur bir tarifte hat şöyle anlatılır: "Hat her ne kadar, cismani aletlerle meydana gelirse de, aslında ruhi bir hendesedir."
Aynı manadaki diğer bir tarifte de, Nazzam: "Hat, bedeni duygularla meydana gelirse de o ruhun asaletindendir" der.
Bu tariflere göre hat: "Üstadını taklitle, zihne nakşolan şekillerin ruhtaki güzellik duygularıyla birleşerek, el, kalem, kâğıt ve mürekkep gibi, maddi aletlerin yardımıyla meydana gelen ruhi bir hendesedir."
Hat, bir fikri ifadeye yarayan ölçülü yazıdır. Bir fikrin yalnızca çizgili sembollerle ifadesi değil, aynı zamanda okuyana hayranlık uyandıran güzellik vasıtası, dini ve toplumsal değerlerin tasviridir. Plotinos, "Maddi güzellik, ruhi güzelliğin ifadesidir" derken gerek kâinatta, gerekse sanat eserlerinde görülen güzelliğin, ruh güzelliği olduğunu ifade etmiştir.
Hat sanatı, konusunu resim ve tezyinatta olduğu gibi tabiattan değil, insan ruhundan alır. Önce zihinde şekillenir, sonra el, göz ve irade vasıtasıyla meydana gelir.

Abbasiler devrinde gelişen hat Sanatı XV. yüzyılda ünlü Türk hattatı Şeyh Hamdullah (1429-1520) ile yeni bir tavır ve şive kazanmış ve o zamanki İslam dünyasının bütün hattatlarının üstadı olmuştur. Onun üslubu Osmanlı hat Sanatının gelişmesine geniş ölçüde yol açan bir temel oluşturmuştur. XV.yetişen sanatkârlardan biride İstanbul Fatih Camii kitabesiyle Topkapı sarayında Sultan Ahmed çeşmesine bakan dış kapının kitabesini yazan Ali bin Yahya Sofi'dir. Süleymaniye Camii kubbesinde yazıyı yazan Karahisari Osmanlı Sanatına güzel fakat süreli olmayan bir üslup getirmiş daha sonra o sitil devam ettirilmemiştir. XVII. yüzyılda Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı Sanatını benimsemişlerdir Sultan III Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasında idi. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'an'larla Hafız Osman'ın şöhreti bugün Hindistan'a ve Cava'ya kadar bütün İslam âlemine yayılmıştır. Bundan sonra Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesâri XIX. yüzyılda, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi ve Yesârizâde Mustafa İzzet efendi, Sami efendi, Necmeddin Okyay, Aziz efendi, Kemal Batanay, İsmail Zühdi, Mustafa Rakım, Mehmed Şevki,İsmail Hakkı Altunbezer, Hamid Aytaç çok tanınmış üstatlardır.

Yazı başlı başına bir Sanat olduğu gibi dekoratif Sanatların zenginleştirilmesinde ve mimaride çok büyük rol oynamıştır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı mimarisinden yazıyı çıkaracak olursak bunların pek fakir bir manzara göstereceğine şüphe yoktur. Dekoratif Sanatlar içinde aynı şey söylenebilir. Yazı Sanatının yanında tuğraları da gözden geçirmek lazımdır. Her sultanın adına arma şeklinde tuğra denilen bir kompozisyon oluşturulmuş ve fermanlar ile önemli vesikaların başına da tuğra çekilmiştir.

Hat yazılarının kenarları tezhib ve ebrularla tezyin edilerek daha bir güzellik kazandırılmıştır.



HAT SAN'ATINDA GÜZELLİK UNSURLARI :

TERKİB: Arap harflerinin genelde bitişik olması, onların her kelimeyi, hususi bir şekle ve görünüşe, sokulabilecek terkipler meydana getirmeye mümkün kılmıştır. Güzel bir yazıda terkip, yalnız harflerin basit şekillerinin bir araya gelmesi değildir. Adeta resmin yazıya dökülmesi, yazıyla resim yapılmasıdır.

TENASUB: Yazı şeklidir. Arap harflerinin şekilleri, uzunlukları ile enleri, bir harfte değil hatta bir çizgide bile incelikler ile kalınlıklar oluşu nedeniyle ruh üzerine bir etkisi vardır. Bu güzellik yalnız hat sanatında değil, mimarlık, heykeltıraşlık gibi, diğer sanatlarda da aranan önemli bir vasıftır.

SADELİK: Sadelik fikri yazıda bir değerli bir ölçüdür. Sanatkârın vermek istediği şey, yazının gerçekçi bir telakkisidir. Bundan harfler ve kelimeler, her türlü hareke ve tezyinat, hatta istif ve terkib külfetinden uzak olarak, vücudunu göstermektedir. Mesela, Mimar Sinan devrinin çinilerinde görülen büyük celi yazılarında bu vasıf tamamıyla vardır.

İHTİŞAM (AZAMET): Bu en çok sülüs celisi ve kûfi gibi bünyeleri gereği kalınlığa, ağırlığa, kudret ve kuvvet duygularının ifadesine uygun ve tabiri caizse, iradi yazılarda ortaya çıkmaktadır. Kûfi ve sülüs yazıları azamet hissi itibari ile tetkik edildiğinde görülecektir ki, bu yazılara ait bazı mektepler bu hissin ifadesini kendine doğrudan doğruya mevzuu olarak kabul etmişlerdir. Mustafa Rakım mektebinde olduğu gibi. Sanatta bu azamet fikrinin mütenazırı, incelik hissidir. İncelik, azamet gibi irademize değil, kalbimize, hissimize müracaat eden bir kıymettir. Türk yazıları arasında bu hissi, en büyük belagatle ifade edebilen yazı, ta'lik yazısıdır. Ta'lik bünyesi bu kıymetin bütün tafsilatı ile ortaya çıkmasına çok müsaittir. Ondan sonra, nesih, rik'a yazılarında da bu incelik hissinin tecellisini bulmak mümkündür. Mesela Şevki Efendi'nin nesihleri, İzzet Bey'in rik'a yazıları, bu incelik hissinin bir ifadesidir.

AKLAM-I SİTTE: (Şeş-kalem)

İslam yazılarının ilki Ma'kılidir. Bütün harfleri düz ve köşelidir. Yuvarlağı yoktur. Bundan sonra Kûfi hattı doğmuştur ki, bir kısmı düz, bir kısmı yuvarlaktır. Her ne kadar Mansur ve Mehdi devirlerinde hat nevilerini otuz yedi'ye kadar çıkarmışlarsa da, bugün Kûfi hattından doğan altı çeşit yazı bilinmektedir. Hat nevileri manasına Kalem tabiri de kullanılır. Bu altı nevi yazının usulü ve kaidesi, harf ölçülerinin daire ve nokta ile belirlenerek her birine manasına göre isim verilmiştir. Bu yazıları birbirinden ayıran, bünye farkıdır. Yoksa harflerin, şekillerinin esası birdir. Farklılık her yazı nevindeki özel şekildedir.


Şeş - kalem diye şöhret bulan altı nevi yazı şunlardır:

1-RİKA': Dört bölüğü düz, iki bölüğü yuvarlaktır.
2-SÜLÜS: Bir buçuk bölüğü düz, bakisi yuvarlaktır.
3-NESİH: Muhakkak'a tabidir.
4-TEVKİÎ: Sülüs'e tabi olup, kalem kalınlığı onun üçte bir'i kadardır.
5-REYHANÎ: Yarısı yuvarlak, yarısı düzdür.
6-MUHAKKAK: Düzlüğü ve yuvarlaklığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir.
Daha sonra İran'da ortaya çıkan ve bir kuğunun vücut, kanat ve gagasından esinlenerek ortaya çıkarılan TA'LİK hattı da bunlar arasında sayılmıştır. Bu yazılardan başka, GUBARİ (İnce yazı), DİVANİ, RİKA', SİYAKAT ve MÜSELSEL hat çeşitleri de vardır.

Sülüs yazısının özellikleri: Sülüs, dört bölüğü düz, iki bölüğü yuvarlaktır, diye ta'rif edilir. Sûre başları, beyit ve kaside yazmak için kullanılır. Genellikle ağzı 3 -4 mm. genişlikte kamış kalemle yazılır. Geleneksel hat ta'limine sülüsle başlanır ve hüsn-i hatta esas kabul edilir. Sülüs harflerinin gözleri, ağızları, başları, daha mürekkep şekiller almıştır; harflerin şahsiyetleri iyice belirlenmiş, hat daha açık bir hale gelmiştir. Düz ve eğri çizgiler sülüs bünyesinin ana unsurlarıdır

Nesih yazısının özellikleri: Kalınlığı sülüsün üçte biri kadardır; ağzı bir mm. olan kamış kalemle yazılır. Sülüsün daha ibtidai bir şeklidir.

Sülüsün, kitabe ve levhalarda kullanılan kalın ve iri bünyelisine sülüs celisi ta'bir olunur. Celi kelimesi, yalnız kullanıldığı zaman genelde sülüs celisine delalet eder.

Talik Yazının Özellikleri a'lik yazının en önemli özelliklerinden biri, eğri çizgilerdir. Yer yer incelip kalınlaşan harfler ve bağlantıları, canlılık, akıcılık verir. Her türlü hareke ve tezyinat külfetinden kurtulmuş, sade, çıplak, incelerek eğilen çizgiler, asılıp duran son derece ölçülü çanaklar, uzayıp giden keşideler (çekilişler) melekleşmiş, zengin doğu kültürünün ve ruhunun ortaya çıkışı olarak görünürler.
Ta'lik hattında elif ve lamlar soldan sağa doğru meyletmiş; vay, fe, kaf, mim gibi harflerin gözleri kapanarak küçülmüştür. Be, sin, fe, kaf gibi harflerin kolları uzayıp gitmiş, harfler asılıp kalmıştır.


Rika Yazısının Özellikleri: Günlük hayatta, devlet dairelerinde en çok kullanılan divani karakterinde bir yazı çeşididir. Kalemin tabiatına uygun, süratli ve kolay yazma ihtiyacını karşıladığı için harf yapıları basitleşmiş; fe, kaf, mim, vav gibi harflerin başları ufalmış, dişleri yok olmuştur. Sola doğru dik ve köşeli çizgiler, kelimelerin satırlara meylederek yaptıkları akıcılık, bu yazı çeşidinin karakteristik özelliklerindendir.

İyi bir hattat'ta aranan özellikler de şunlardır:

1-Okunaklı yazmak

2-Düzen, intizam

3-Süratli yazmak

4-Ölçülü yazmak


CELİ BİR YAZI NASIL HAZIRLANIR?

Kalem ağzının genişlemesiyle yazı da irileşir ve kalınlaşır. Bu, yazının konacak veya yazılacak yerinin yüksekliğine ve mekânın ölçüsüne göre değişir. Cami kubbe yazıları, Allah ve Peygamber isimleri, dört halifenin isimleri, büyük kıt'ada Ayet ve Hadis-i Şerifler, bu hususlar nazarı itibara alınarak hazırlanır. Harflerin incelik ve kalınlıkları, harf aralıkları, bünyeleri, mesafe ve mekâna göre hesaplanır. Önce kalıp çalışmaları yapılır. Kalıplar çeşitli usullerde hazırlanır. Eski hattatlar sulu mürekkeple mukavim beyaz kağıt üzerine yazarlar ve sonra tashih ederlerdi. İ.Ü. dış kapısı üzerindeki "Daire-i Umür-u Askeriye" ibaresini Şefik Bey'in kurşun kalemleri birbirine bağlayarak bir günde çizmiş olduğu rivayet edilir. Ekseriya sanatkârın zırnık mürekkebi ile siyah zemin üzerine büyük bir cehd ve emekle hazırladığı kalıplar; usulüne uygun iğnelenip silkilerek, arzu edilen zemine yazılır veya mermere hâkkedilir. Elle yazılamayacak kadar iri olan yazılar, önce küçük ebatta yazılarak satranç usulüne (gözlere bölme) göre istenildiği kadar büyültülür. Bu şekilde hazırlanmış Ayasofya'daki halifelerin adlarının bulunduğu levhaları 55 cm. kalınlığında en büyük yazılarımızdır.
Hususi istifle hazırlanan bu celi yazıların, tashihi de yapıldıktan sonra kalıp olarak kullanılabilmesi için iğnelenmesi lazımdır. İğneleme işlemi şöyle yapılır: İğnelenecek yazı birkaç tabaka kâğıtla beraber ıhlamur ağacından yapılmış tahta üzerine yerleştirilir. Bir sapa geçirilen boncuk iğnesi ile harf ve işaretlerin iç ve dış kenarından dik olarak sıkça iğnelenir Üstteki yazılı kâğıda üst kalıp, altta iğnelenen diğer kâğıtlara da alt kalıp adı verilir.
Alt kalıplardan biri, yazı yazılacak zemin üzerine konur, kömür tozu sürülmüş çuha, iğne delikleri üzerinde gezdirilir. Böylece yazı siyah noktalar halinde tespit edilir. Buna yaz silkelemek tabir olunur. Eğer yazı siyah zemin üzerine "zerendüd" olarak yazılacaksa kömür tozu yerine tebeşir kullanılır. Daha sonra ya harfler ve şekiller asıl kalıbın yazıldığı kalemle doğrudan doğruya yazılır veya tarama ucu ile düzgün bir şekilde hatlar çizilerek içi fırça ile doldurulur.

KALEM ÇEŞİTLERİ:

Hüsn-i hatta, ekseriya, kamış kalem, cava kalemi, menevişli kalem, kargı kalem ve tahta kalem kullanılır.

a) Kamış Kalem:
Kamış kalem, yazılarımızın en tabii aletidir. Hüsn-i hatta kullanılan kamış, ekseriya, İran ve Irak'tan getirilirdi. Tabii rengi sarı olan kamışlar, bir yıl boyunca at gübresinin içine yatırılır, bir takım yanmalardan sonra, koyu kahve rengini alır, sertleşirdi. Ancak bu ıslah ve terbiye ameliyesinden sonra kullanılırdı. Bu ıslah, sıcak ülkelerde güneş altında yapılırdı.
Özelliği: Kamış kalem ne çok ince, ne çok kalın olmalı. Rengi parlak ve siyaha yakın, düzgün ve yuvarlak, boğum araları bir karış olmalıdır. Bu özellikteki bir kamış kalem, mermer, taş veya cam üzerine atıldığı zaman, tiz bir ses çıkarır. Yazma bir eserde, kamış kalemin özellikleri şöyle anlatılmaktadır: "Evvela, hüsn-i hat yazanlara kalemin alasını ve mürekkebin ranasın ve kâğıdın zibasın görmek gerektir. Kalemin alasın oldur ki, kızılı pek ola ve aklığı pek az ola ve damarları doğru ola, zira damarları doğru olmazsa, kalemi şak itdikte, eğri şak olur, doğru şak olmaz. Eğri şak olan kalemden hüsn-i hat gelmez ve kalemin kalınlığı evsat ola ve uzunluğu on parmak ola."

b) Cava Kalemi:
Cava'da yetişen bir cins kamışın özüdür. Çok sert olması, uzun süre yazmakla bozulmaması sebebiyle, bilhassa, mushaf yazmakta hattatlarımız tarafından tercih edilmiştir. Yalnız ince olduğu için, bir kamış kalemin içine yerleştirilerek veya tutulacak kısmına bir bez parçası sarılarak kullanılır.

c) Menevişli Kalem: (Hindi Kalem)
Hindistan'da yetişen içi dar, uzun boğumlu ve menevişli gayet sert bir kalemdir.
d) Kargı Kalem:
Kargıdan yapılan bu cins kalem, celi yazıları yazmak için kullanılır.
e) Tahta Kalem:
Adından da anlaşılacağı üzere, tahtadan yapılan bu kalem daha iri yazıları yazmada kullanılır.
Son zamanlarda, kamış kalem yerine, madeni uçlar kullanılmışsa da, hattatlarımız, arzu edilen kalınlıkta açılması, sebebiyle kamış kalemi tercih etmişlerdir. Özellikle de ıhlamur ağacından yapılan kalemler spatulaya benzer bir şekil yapıldıktan sonra ucu "Z" tipi kesilir. Kalın yazılarda kullanılır. Hattat Sami efendinin çok geniş yazıları, iki kurşun kalemin arasına çıta çakarak yazdığı nakledilir.


KALEM AÇMAK ve TUTMAK USULÜ

Güzel yazı, yazanın kabiliyetine bağlı olmakla beraber, yazı çeşitlerine göre, kalem açma sırrı da bilinmelidir ki, kalemden güzel hat çıksın. Reis-ül Hattatin Hacı Kamil Efendi, yazısına istediği mükemmelliği verebilmek için, uzun zaman kat-ı kalem (kalem açma) usullerini araştırdığını, ancak kalem açma sırrını çözdükten sonra, yazıda muvaffak olduğunu söylermiş. Kalem açma ve kat' etme, melekeye muhtaç bir iştir. Hatta başlayanlar evvela, kalem açma usulünü öğrenmelidir. Bu konuda Hz. Ali şöyle buyurmuşlardır: "Kalemi iyileştirirsen, yazını da iyileştirirsin; kaleme bakmazsan, yazıyı yüzüstü bırakmış olursun, çünkü yazı kaleme tâbidir."

"Rehber-i Sibyan"ın arka yüzünde, kalem açmakla ilgili şu bilgi verilmektedir: "Kalem evvela, sol avucun içine yatırılarak, başparmak bükümü miktarınca aşağı ucuna doğru, ince tarafından badem biçiminde kesilir. Sonra ortasından bir miktar yarık (şak) yapılır. Kalemin iki yanlarından, istenilen kalınlık derecesine göre kesilir. Kalem, maktâ'ın yuvasına konur; sol elin başparmağı ile kalemi ve diğer parmaklarla altından maktâ'ı tutarak ucu, aşağı doğru hafifçe traş edilir. Eğer sülüs ve nesih kalemi ise eğrice, rik'a ve divani kalemi ise biraz doğruca kat edilir. Kalemi, sağ elin baş ve şehadet parmağıyla tutarak, orta parmağı onlara yardım ettirmelidir. Fakat kalem, hakkının layığı ile icra olunması için, kalem kesilmiş olan tarafını satırın üzerine çevirerek hareket ettirmelidir.
Kalem ağzını çok kısa ve uzun açmamalı; kısa açılırsa eli kirletir, uzun açılırsa da kalemin sevk ve idaresi güçleşir. Ayrıca kalem üzerindeki parlak kısım mürekkep almayacağından, tebeşirli çuhayı bu kısma sürmelidir.

KÂĞIDIN BOYANMASI

Ham kâğıtlar istenirse evvela bitkisel boyalarla, kırmızı, yeşil, mavi, siyah, pembe renklere boyanır. Boyama işi şöyle yapılır: Renk elde edilmek istenen bitki toplanır, derin ve genişçe bir kaba konarak bir miktar şapla, suda kaynatılır. Bir müddet sonra, bitkinin rengini alan su, başka bir kaba boşaltılır. Kâğıtlar renkli suya bir bir batırılarak banyo usulü ile boyanır; ayrı ayrı kurumaya bırakılır. Bazı yazma eserlerde, yaprakların orta kısmıyla kenar kısımları ayrı renkte boyanır; bu tarz boyamaya akkâse denir.

Renk bilgisi ve zevki fevkalade gelişmiş olan Osmanlı Türklerinde, kağıt boyamada kullanılan bitkilerden bazıları şunlardır:

Kına: Bir miktar su içine konarak kaynatılır, "Hünnap" rengi olur.

Nohut: Bu bitkinin unu suda kaynatılır ve adını kendisinden alan "nohudi" renk elde edilir.

Soğan: Dış kabukları şapla kaynatılarak kırmızımtırak, gayet güzel bir renk elde edilir.

Kurt Kulağı: Safran ve şap su içinde kaynatılarak yeşil renk elde edilir.

Badem Yaprağı: İlkbaharda toplanan bu yapraklar, 3- 10 gram şap ile bir miktar su içinde kaynatılarak altın sarısı, güzel bir renk elde edilir

Ceviz ve Yaş Nar: Kabukları birlikte su içinde kaynatılarak, kahverengi elde edilir.
Menekşe Yaprağı ve Mürver Çiçeği Tohumu: birlikte dövülür ve güzelce sıkılıp suyu şapla kaynatılır, menekşe rengi elde edilir.

Ayrıca, cehri boyası su ile kaynatılarak sarı renk elde edilir.


KÂĞIDIN AHARLANMASI (TILA):


Ahar, yazı yazarken olabilecek hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen bir sıvıdır. Bu sayede ham ve pürüzlü kâğıtlar yazıya elverişli hale gelir. Üzerine bir defa ahar sürülmüş kâğıda tek aharlı, iki defa veya daha fazla ahar sürülmüş kâğıda da çift aharlı kâğıt adı verilir.
Kâğıt ıslahında ekseriya, yumurta veya nişasta aharı tatbik edilmiştir.
a) Yumurta Aharı: Taze ördek veya tavuk yumurtasının beyazı bir kâseye alınır. Yumruk büyüklüğünde bir şap parçasıyla yumurta akı kesilinceye kadar çalkalanır. Birkaç saat bekledikten bu köpüren malzemenin altında sabunlu suya benzeyen bir sıvı oluşur. Altta biriken bu sıvı, sünger veya tülbent sarılmış bir parça pamukla kâğıda sürülür. Ve gölgede kurutulur.
Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'in bizzat tarif ettiği ahar usulü şöyledir: "Şekersiz olarak muhallebi tarzında pişirilmiş nişasta gayet ince süngerle kâğıdın her iki yüzüne sürülür. Sonra kâğıt İpte kurutulur. Bundan sonra yumurta akı az miktarda şapla çalkalanarak köpürtülür. Bu suretle köpürtülen yumurta akı, bir müddet haliyle bırakılır. Köpükler tamamen sönüp zeytinyağı şeklini alınca nişasta sürülmüş ve kurutulmuş kâğıt üzerine ince süngerle bu yumurta akından sürülüp yine kurutulmaya bırakılır. Kağıt kurutulduktan sonra, evvela saplı mühre ile sonra billur mühre ile parlatılır."

b) Nişasta Aharı: Bu tarz aharın yapımında buğday nişastası kullanılır. Önce soğuk suda eritilen nişastaya, bir miktar jelâtinle kaynar su ilave edilir. İyice piştikten sonra süzülür ve kâğıt üzerine sürülür.
Ahar, yazının ve kâğıdın cinsine göre yapılır. Mushaf yazmak için hazırlanan kâğıtların her iki tarafına da ince bir ahar çekilir. Çok tashih ve emek isteyen celi yazıların kâğıtlarının, yalnız bir tarafı birkaç kat kuvvetlice aharlanır.
Özellikle ta'lik kıt'alar için hazırlanan kâğıtların, aharlanmasına daha da özen gösterilmelidir. Kâğıdın aharlanması hat sanatında ayrı bir ustalık ister.

KÂĞITLARIN MÜHRELENMESİ:

Kağıda aharı iyice yedirmek, yüzündeki pürüzleri gidermek ve ilerde çatlamasını önlemek için cam veya çakmaktan yapılmış mühre ile kağıtlar mührelenir.
Aharlanmış mührelenecek kâğıtlar, ıhlamur ağacından yapılmış yekpare, ortası çukurca mühre tahtası, Pesterek üzerine konur. Mührenin hareketini kolaylaştırmak için kuru sabun sürülmüş bir çuha, kâğıt üzerinde gezdirilir. Daha sonra çakmak veya cam mühre muhtelif yönlerde kâğıt üzerinde kuvvetle hareket ettirilir. Böylece mührelenen kâğıtlar üst üste sıralanır. Üstüne de bir ağırlık konarak, kullanılmak üzere en az bir yıl bekletilir. Ancak günümüzdeki kâğıtların kaliteli olması nedeniyle bu kadar uzun süre beklemeye gerek yoktur. Yapıldığı maddeye göre mühre çeşitleri şunlardır:

a) Böcek Mühre: Deniz böceği kabuğundan yapılır.
b) Billur Mühre: Kaz yumurtası şeklinde camdan yapılan mühredir.
c) Çakmak Mühre: Çakmak taşından yapılan mühredir. Çakmak taşı, saplı bir tahtanın ortasına yerleştirilmiştir.
d) Zer Mühre: Sert akikten yapılan bu mühre, yaldız ve altın parlatmada kullanılır.


MİSTAR:

Kâğıda satır çizmeye yarayan bir alettir. Üzerinde sıra sıra muntazam ibrişim gerili bir mukavvadan ibarettir ki, yazılacak yazıya göre kâğıtlar, parmak yardımıyla üzerine bastırılarak kabartma çizgiler meydana getirilir. Böylece sayfalar arasındaki satır düzen ve ahengi sağlanmış olur.

MÜREKKEP YAPIMI:

Mürekkep şöyle yapılır: Önce zamk-ı arabi soğuk suda eritilir. Boza kıvamına gelince süzülür. Sonra mermer havan içine bir ölçü is, dört ölçü zamk-ı arabi konur ve is zamk-ı arabi içinde iyice birbirine karışıncaya kadar yavaş yavaş tokmakla havanda dövülür. Dövülme işlemine az su ilavesiyle devam edilir. Mürekkebin tam kıvamında olması için eskiler, "seksen bin tokmak vurmak gerekir" demişlerdir. Böylece yapılan mürekkep, çuha veya keçeden yapılmış mibzeleden süzülür; on misli sulandırılarak kullanılır.

Hat Sanatı Nedir? Hattatlar ve Hat Sanatı Yapımı İçin İpuçlar ve Çeşitleri

Hat sanatı, Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatıdır. Bu sanat Arap harflerinin 6. yüzyıl ve 10. yüzyıl arasında geçirdiği bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Hat, Arapça çizgi demektir.

Türkler, Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra uzun bir süre hat sanatına herhangi bir katkıda bulunmamışlardır, bu dönemde Hat sanatının Mükemmel örneklerine Rastlamak mümkün değildir.Bu dönemdeki biçim ve üslup var olan gelişmiş Türk Hat Sanat'ına benzememektedir. Türkler hat sanatıyla Anadolu'ya geldikten sonra ilgilenmeye başladığı tahmin edilmektedir. Bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşadılar. Yakut-ı Mustasımi'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımi'nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak Arap yazısına daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırdı. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah'ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürdü. Hafız Osman (1642-98) Arap yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırdı. Bu tarihten sonra yetişen hattatların hepsi Hafız Osman'ı izlemişlerdir.

Türkler altı tür yazı (aklâm-ı sitte) dışında, İranlılar'ın bulduğu tâlik yazıda da yeni bir üslup yarattılar. Önceleri İran etkisinde olan tâlik yazı 18. yüzyılda Mehmed Esad Yesari (ölümü 1798) ile oğlu Yesarizade Mustafa İzzet'in (ölümü 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı. Türk hat sanatı 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da parlaklığını sürdürdü, ama 1928'de Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilince yaygın bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen geleneksel bir sanat durumuna geldi.

Hat Türleri

Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı vardır. Bunlara sitte denir. Kufi, Tevki, Sülüs, Reyhani, Nesih, Rika. Bunlardan bir kısmı köşeli bir kısmı yuvarlak hatlardır. Kufi, köşelidir. Nesih, sülüs, rik'a,tevkii, tomar, muhakkak, gubari ise yuvarlak hatlardır. Bölgelere göre hatlar Mağribi (Kayrevani, Endülüsi, Fasi, Mağribi, Sudani), Talik (Talik, nestalik, Divani, Şikeste, Divani Celi), Uzakdoğu (Sini, Cavi)'dur.

Şekillerine Göre Hatlar
Arap kaligramı bir kuş biçiminde


Çİranlılar'ın bulduğu tâlik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır. Örneğin Türkler'in geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun'da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan rik'a da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir. Rik'a ile altı yazı türünden biri olan rika birbirine karıştırılmamalıdır.ç

Büyüklüklerine Göre Hatlar

Hat sanatında yazılar büyüklüklerine göre de farklı adlarla anılırdı. Duvarlara asılan levhalarda, cami, türbe gibi dinsel yapılardaki kuşak ve kubbe yazılarında, her tür yazıtta kullanılan ve uzaktan okunabilen yazılara iri anlamında: celi adı verilirdi. Daha çok sülüs ve tâlik yazının celisi kullanılmıştır. Alışılmış boyutlardan daha küçük harflerle yazılan yazılara hurde, gözle kolay seçilemeyecek boyuttaki yazılara da gubari (toz) denilirdi.

Hat araç gereçleri
Öğrenci kaligrafın malzemeleri ve işi

Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celi yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı. Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı. Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtlar âhar denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı



Hat eğitimi
Kuran

Hat sanatıyla uğraşan kişiye “güzel yazı yazan sanatçı” anlamına gelen “hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve “meşk” adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen “icazetname” adı verilirdi. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı.

Latin hattı

Latin hattı, 20.Yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile kabul edilen latin harfleri ile İslam kültüründen gelen Hüsn-i Hat’ın (hat sanatının) bir bileşkesidir. Latin hattı temel olarak latin harflerinin hat sanatı estetiğinde yazılmasıdır. Latin hattı özellikle son 20 yılda önemli bir çıkış göstererek bu günkü halini almıştır. Günümüzde latin hattı ile uğraşan 20-30 kişi olduğu sanılmaktadır.

Hat sanatının ulaştığı ileri nokta için bir söz vardır: Kur’an Hicaz’da inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır. Bu söz cumhuriyet sanatçılarının hat sanatında miras almış olduğu birikimi özetler.

Hat sanatı, dünya üzerinde, Türk-İslam kültürünü en iyi şekilde temsil etmesine, tarihi bir geçmişe dayanmasına karşılık, günümüzde gereken ilgiyi görememektedir. 20. yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile kabul edilen latin harfleri ile birlikte hat sanatı, halktan soyutlanarak sadece sınırlı sayıda sanatçının uğraştığı bir sanat dalı haline gelmiştir.

Latin hattı, bu noktada, halk ile hat sanatı arasında bir köprü olma misyonu yüklenmektedir.

Latin hattı, insanların hat sanatına olan ilgilerinin artması ve hat sanatına gereken ehemmiyetin verilmesi için bir basamak olmuştur.

Meşhur Hattatlar

* Yakut-ı Mustasımi
* Şeyh Hamdullah
* Hafız Osman
* Mehmed Esad Yesari
* İsmail Zühdi
* Mustafa Rakım
* Yesarizade Mustafa İzzet
* Şevki Efendi
* Sami Efendi
* Halim Özyazıcı
* Hamid Aytaç
* Ali Alparslan
* Hasan Çelebi
* Hüseyin Kutlu